Ailenin Yeniden Keşfi

metin beyBatıda ailenin çöküşü, yalnızca Batıya has bir durumun habercisi değil... Küreselleşen bir dünyada, Batıdaki bu çöküş diğer medeniyet havzalarını da kapsayabilir bir istidat taşıyor.

Nitekim, bütün dünyada boşanmalar arttığı gibi, istatistikler İslâm dünyasında da boşanma oranlarının yükseldiğini gösteriyor. Bu, Müslüman ülkelerin yalnızca seküler kesimleri için değil, dindar kesimleri için de geçerli bir durum.

Böyle bir zeminde, mü’minlerin vermeleri gereken bir karar söz konusu: Zihinlerine modernitenin zihniyet dünyası mı hükmedecek, yoksa Rabbimizin zamanlar-üstü Ezelî Kelamı mı? Mü’minler ‘zamanın çocuğu’ olarak mı kalacaklar, yoksa ‘zamanın içinde Kelam-ı Ezelî’nin muhatabı’ olarak mı?

Ailede çözülmenin seküler dünyayla birlikte ehl-i dini de kuşatan genel yapısı, bugünün mü’minlerinin kendilik, benlik, insan, aile, kadın, erkek, anne, baba, eş, karı-koca ve toplum algılarının giderek daha fazla seküler modern zihniyet tarafından biçimlendiriliyor olduğunu fısıldıyor.

Nitekim, bugün dindar ağızlarda dahi ‘erkek-egemen,’ ‘ataerkil’ gibi söylemlerin revaç buluyor olduğu; J.P. Sartre gibi düşünürlerin “Öteki, cehennemdir” dediği bir modern dünyada ‘eş’leri ‘öteki’leştiren bir anlayışın mütedeyyin ailelerde bile giderek yayılıyor olduğu görülüyor.

En garibi ise, Yaratıcıya, vahye ve fıtrata başkaldıran duruşuyla yol açtığı ekolojik felaketler, dünya savaşları, ulus-devlet savaşları, sınıf çatışmaları, sosyal problemler ve ailede çözülme ortada iken, şımarık seküler modern zihniyetin kendisini hâlâ dünyanın efendisi olarak konumlandırma arsızlığıdır.

Modern zihniyet, ‘yanılma’larla sona eren bunca iddialı ‘deneme’den sonra, hâlâ daha doğruyu en iyi kendisinin bildiği ve en doğruyu da kendisinin bulacağı iddiasındadır. Hâlâ daha vahye, hele Kur’ân’a karşı muarazasını sürdürmektedir.

Üstelik, aile ve kadın gibi konularda, kendisine ‘Müslümanları terbiye etme’ gibi bir misyonu hâlâ biçebilmektedir. Nitekim, ‘İslâm’la ilgili bir tartışma sözkonusu olduğunda, hâlâ daha, ‘İslâm’da kadın’ en temel saldırı konuları arasındadır.

İstenmektedir ki, mü’minler Kelam-ı Ezelî’nin aileye dair hükümlerine sırtını dönsün ve modernitenin ‘ailenin ölümü’ sonucuna yol açan zihniyet ve icraatı karşısında selam dursun.

İstenmektedir ki, Kur’ân’ın aileye dair âyetlerinin ‘tarihselliği’ vurgulanarak, bugün uyulması gereken ölçüyü mü’minler için dahi modern zihniyetin veriyor olması şartı kabul, teslim ve ilan olunsun.

Ya da en azından, özür dileyici bir üslup duyulsun mü’minlerden. “İnandığımız dinin hükümleri bu, ama siz haklısınız” kabilinden utangaç sözler duyulsun. “Hayır, siz böyle diyorsunuz ama, Kur’ân’da Allah böyle diyor. Size değil, O’na ittiba ediyoruz” gibi sözler ise zinhar duyulmasın.

Modernitenin taşları yerinden oynattığı bir dünyadayız; ve kendi benlik algımızdan başlayarak, aile hayatını ‘tedvinî şeriat’ olarak vahyin ve ‘tekvinî şeriat’ olarak fıtratın bize gösterdiği şekilde yeniden kurmak zorundayız.

Bunun yolu, hangi yelpazeden olursa olsun modern zihniyetin mensuplarınca ‘erkek-egemen’ yorumlandığı, hatta ‘erkek-egemen’ olduğu iddia edilen Kur’ân’ın ‘feminist bir gözle’ yeniden yorumlanması değildir. Kur’ân, kâinatı ve kâinat içinde insanı yaratan Rabbü’l-âlemîn’in ezelî kelamıdır.

İnsan için neyin hayırlı olduğunu en iyi bilen Zât-ı Zülcelâli ve’l-ikram’ın kelamıdır. Ve bize, modern hayatın öğrettiğinden farklı bir insan, aile, kadın ve erkek tasviri sunmaktadır.

Kur’ân, modern dünyanın komünal ideolojileri gibi, insanı yalnızca ‘sosyal bir varlık’ olarak tanımlamadığı gibi, modern dünyanın bireyci ideolojileri gibi sadece ‘birey’ olarak da tanımlamaz.

Bilakis, bu iki kuru, yetersiz ve soğuk tanıma karşılık, en başta, insanın ‘yaratılmışlığı’nı sürekli bize hatırlatır. “Biz insanı bir erkek ile bir dişiden yarattık” buyurarak da, daha hayatının başlangıcında insanın bir ‘aile’ye doğuşuna dikkat çeker. İnsan, daha doğmadan bir ‘aile’ içindedir ve sonraki ömür dilimlerinde de aile onun hayatının merkezindedir.

İnsan, modern komünal ideolojilerin iddia ettiği şekilde öncelikle topluma karşı sorumlu veya modern bireyci ideolojilerin iddia ettiği şekilde herkese karşı sorumsuz değildir. İnsan, yaratılmışlığı itibarıyla, öncelikle ve her daim, Yaratıcısına karşı sorumludur. ‘Bir erkek ve bir dişiden yaratılmışlığı’ dolayısıyla da, ailesine, anne-babasına karşı sorumludur.

Kur’ân’ın, en büyük günah olarak ‘şirk’i, yani Allah’a ortak koşmayı tarif ederken, ikinci en büyük günahın anne-babanın hakkına hürmetsizlik olarak tarif etmesi, bu sebepledir. Lokman ve İsrâ sûrelerinin ilgili âyetleri bunun apaçık bir örneğidir.

Kur’ân’da anne ve baba hukukuna dair o muazzam vurgu son derece dikkat çekici olduğu gibi, kadın ve erkeği ‘rakip’ değil ‘eş’ olarak tanımlayan Kur’ânî talim de dikkat çekicidir.

“Kadınlarınız sizin için bir örtüdür, siz de onlar için bir örtüsünüz” âyetinin dikkat çektiği gibi, aile, celâli temsil eden erkeğin ve cemali temsil eden kadının beraberce ‘kemal’e erdiği buluşma zeminidir. Ve bu kemal hali, ancak erkeğin erkek, kadının kadın olarak kendi üzerine düşeni idrak etmesiyle gerçekleşmektedir: erkeğin kadınla rekabeti, kadının erkekle rekabeti yoluyla değil. Yahut, erkeğin kadınlaşması, kadının erkekleşmesi yoluyla değil.

Adil olan Yaratıcı, kadına da, erkeğe de yaptıklarının karşılığını bitamamihâ verecek, kimsenin zerrece hakkı yenmeyecektir. Müslim erkeğe de eşit mükâfat vardır, müslime kadına da; mü’min erkeğe de eşit mükafat vardır, mü’mine kadına da. Sabreden erkek ve sabreden kadın, iffetini koruyan erkek ve iffetini koruyan kadın, infak eden erkek ve infak eden kadın sabrı karşılığında aynı şekilde mükafat alacaktır (Nisâ, 124, Ahzâb, 35).

Bununla birlikte, Kur’ân’ın Hesap Günü açısından da vurguladığı bu ‘hukukta eşitlik,’ sorumlulukta ve dolayısıyla yetkide eşitlik anlamına da gelmemektedir. Hukukta eşitliği açıkça vurgulayan Kur’ân, söz aile içinde sorumluluk ve dolayısıyla yetki paylaşımına geldiğinde, “Erkekler kadınlar üzerinde kavvâmdırlar” hükmünü koyar ve “bu onların mallarından ailenin geçimi için harcamakla yükümlü olmalarından dolayıdır” buyurur (Nisâ, 34).

“Erkeğin kadına karşı hakları olduğu gibi, kadının erkeğe karşı hakları vardır. Fakat erkeklerin hakları [yine bu sebepten] bir derece daha fazladır” (Bakara, 228) Nitekim, mirastaki pay farklılığı da, yine bundandır.

Sözün kısası, Kur’ân, kadın ile erkeği birbirinin ‘rakibi’ olarak değil, birbirini tamamlayan ‘eş’ler olarak tanımlarken, bu beraberlikte ailenin geçimini sağlama sorumluluğunu erkeğe yüklemekte, ona bu sorumluluğa dayalı bir yetki de vermektedir.

Ama bu, erkeğin ‘zâtî’ bir üstünlük sahibi olduğu anlamına gelmez. Allah, farklı donanımlarda yarattığı erkek ile kadın arasından, erkeği geçimle yükümlü kılmıştır; hepsi bu. Erkeğin fıtratına, kadının fıtratına dikkat eden herkes, bu yükümlülüğün erkeğe verilmesinin ardındaki hikmeti kavrayabilir durumdadır.

Bu noktada mü’min erkeğe düşen, kadına karşı üstünlük halet-i ruhiyesine girmemesi; mü’min kadına düşen ise, erkeğe karşı rekabete girişmemesidir. Aile, celâl timsali erkeğin ve cemal timsali kadının, ‘farklılık’ gerçeğini görerek, celâl-cemal birlikteliği içinde birbirlerini tamamlayarak kendi kemallerine ulaştıkları yerdir.

“Erkeklere çalışmalarından bir nasip vardır, kadınlara da çalışmalarından bir nasip vardır” (Nisa, 32).

Dolayısıyla aslolan, erkeğin de, kadının da kendi üzerine düşene bakmasıdır.

“Çalışın da Allah’ın fazlını isteyin. Muhakkak ki, Allah herşeyi bilendir” (Nisa, 32). “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz” (Bakara, 232).

Dolayısıyla, bir kez daha tekrarlarsak, kadın ve erkek, herkes kendi kemaliyle meşgul olmalıdır; yekdiğerine rekabet ile değil.

Bu bağlamda, meselâ, “Neden kadınlar arasından bir peygamber çıkmamış?” gibi soruların modern zamanlara has bir soru olması; binlerce yıldır akıl edilmediği halde bu çağda sıklıkla soruluyor olması manidardır.

Böyle bir soru, binlerce yıldır akıllara gelmemiştir; çünkü erkek ile kadının farklılığına da, Yaratıcının iradesine de itibar söz konusudur.

Modern zamanlarda bu soru sorulur; çünkü modern zamanlar kadın ile erkeği yarıştırmaktadır. Ve bunu ‘kadın’ı ‘erkek’lere ait vazife, sorumluluk ve rollere ortak etmeye çalışarak yapmaktadır. (Ki bu açıdan bakıldığında, erkeğin yaptığı herşeyi kadının da yapabileceği iddiasıyla öne çıkan yerleşik feminist ideoloji, gerçekte bir erkek ideolojisidir. Çünkü, son tahlilde, erkeği merkeze alan bir yarışma psikolojisi içinde, kadını erkeksileştirmektedir.)

Oysa kadınlar için aslolan, “Neden İbrahim aleyhisselam gibi bir peygamberin içlerinden çıkmadığını” sormak değil, İmran’ın kızı Meryem gibi, ‘erkek’ kâfir Firavun’un mü’mine hanımı Asiye gibi olabilmek; Lût’un veya Nuh’un karısı gibi olmaktan sakınmaktır (Tahrim, 10-12).

Tıpkı erkekler için aslolanın, İbrahim aleyhisselamın yolunda olmaya çalışırken Nemrud’un durumuna düşmekten sakınmakla, Musa aleyhisselamın yolunda yürürken Firavun’un durumuna düşmekten sakınmakla yükümlü olması gibi...

Velhasıl, erkekler erkektir, kadınlar da kadın. Her ikisi, kendisi olarak değerlidir. Kadınsılaşmak erkeğe yakışmadığı gibi, erkeksileşmek kadını yüceltmemektedir. Erkek ve kadın, modern hayatta olduğu gibi, kendisi olmaktan çıktığında taşlar yerinden oynamakta ve herkes kaybetmektedir

Metin Karabaşoğlu / İslami Hayat Dergisi


Bunlar da ilginizi Çekebilir

2 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz