Aziz Misafir

Güneşli bir günde kızımla parka gitmiştik. Yanımdaki bankta oturan, kızının oynamasını izleyen bir anne görmüştüm. Telefonda konuşmasına istemeden kulak misafiri olunca, yabancı olduğunu anlayıp merak duymuştum bu hanıma. Telefonu kapattığını farkedince hemen yanına gidip, selam verdim. Kendimi tanıtıp, onu da tanımak istedim. Amerikalı bir hanımdı ve dünya güzeli çocukları vardı. Yavrularına baktıkça sürekli “maşallah” dediğimi fark edince açıklamak ihtiyacı hissettim. “Maşallah, diyorum çünkü bizim inancımıza göre onlar, masum, saf, tertemiz doğuyorlar. Çok savunmasız oldukları için, Allah korusun diye öyle deriz.” demiştim.

Bu güzel yüzlü hanım, hemen dediğimi düzeltmek istercesine, “Hayır, bize göre onlar günahkâr doğarlar, biz onları günahlarından arındırmak için vaftiz ederiz.” O minik yavrusunu henüz vaftiz etmedikleri için onların gözünde o çocuk bir günahkârdı. Oysa bizim inancımızda bu yavrulara “sabi, melek” denirdi. Ama birden, aynı inancı paylaştığımız ailelerde o melek dediklerimize reva görülen davranışlar gözlerimin önüne geliverdi ve içimde derin bir üzüntü duydum. Özveriden, sağduyudan, anlayıştan uzak tavırlarımızla, bize emanet olan “MELEK” lere hak mı bu davranışlar?

Bir akşam yemeğine, ikindi çayına davet ettiğimiz misafirlerimize nice ikramlarda bulunup hizmette kusur etmeyiz. Yüzümüzden tebessümü eksik etmeyip, en hoş görülü tavrımızı takınırız. Misafir bizim kültürümüzde önemlidir. Misafirsiz evin bereketinin olmayacağına inanırız. Osmanlı’da evinde yemek yiyen misafirlere ev sahipleri “diş kirası” adı altında hediyeler verirmiş, “Soframızda iftar açtınız, bizim sevap kazanmamıza vesile oldunuz.” diye. Bu ne kadar da kadirşinas bir davranış… Böylesi bir devletin torunları olarak, misafirlere özenen, bezenen, “Allah evimizden eksik etmesin.” dualarımızla sergilediğimiz misafirperverliğimiz… Hiçbir millette misafire hürmetin bu denli olmadığını söyler yabancılar, dış ülkelerden gelenlerce bu özelliğimiz ne kadar da takdir edilir.

Peki, bu denli misafirperver olan bizler, yuvalarımızın en kıymetli misafirlerine, aynı hürmeti neden göstermiyoruz? Anadolu Pedagojisine göre yuvalarımızın Aziz Misafirleri onlar… Bir şekilde büyür diye sokaklara bırakılan, rahatlıkla terslenip bir kenara itilen, görmezden gelinen çocuklar, çocuklarımız… En önemli misafir onlar, görmesini bilene… Hemen yanı başımızdaki bu güzellikleri görmezden geldikten sonra, hangi güzellik doyurur ki gözlerimizi? Çocuklarla hemhal olup, aile aidiyetini oturtamayan anne babalar olarak, mutsuzluklarımıza yine yuvalarımızdan, yavrularımızdan kaçarak çözüm arıyoruz ama dış dünyada ve hiçbir yerde bulamadığımız asıl saadet yuvamızda. Bir babanın yavrusunun dizine dayadığı başını, hangi yastık o kadar rahat ettirir? Bir annenin yanağına değen hangi dokunuş, yavrusunun öpücüklerinin verdiği sıcaklığı hissettirebilir?

Böylesi bir toplum olarak çocuklara karşı bu denli kayıtsızlığımız, kıymet bilmezliğimiz büyük bir çelişki oluşturmuyor mu? Çocuklara en ufak bir ceza vermeyen, torunlarını sırtında gezdirip, onlarla oynamaktan geri durmayan bir Peygamber’in (sas) dinine inanan kişileriz ama inandıklarımızla yaptıklarımızın hiç ilgisi yok. Dünyayı keşfetmek için yaptıklarını “yaramazlık” diye nitelendirip, hemen sevdiği oyuncak ya da yemekten mahrum bırakıp, odasına gitmeyle cezalandırıyoruz ki adam olsunlar(!) Büyük ve güçlü olan bizler değil miyiz, ne de olsa dediğimizi yaptırana kadar zulmedebiliriz(!) Adam etmek adına bütün bunlar… Onlar zaten içlerinde koca dünyayı barındırarak geliyorlar yeryüzüne… Bu kibirli hallerimizle yazık ediyoruz onların masumiyetlerine ama en çok kendimizi adam sayarak kendi insanlığımıza yazık ediyoruz. Asıl adam olması gerekenler bizler değil miyiz?

Evimize kısa süreliğine gelen misafirler bile büyük bir hürmeti hak ediyorsa, bize emanet edilen bu yavrular daha mı değersiz? Daha minicik, savunmasız bir halde avcumuza doğan, Aziz Misafirler gözlerimizin içine bakıyorlar. Büyük cümlelerimiz arasına birkaç küçük kelimelerini sıkıştırabilmek adına yer bulmaya çalışıyorlar hayatımızda. Küçük ama dünyadan büyük halleriyle… Nasıl söyleriz ki bizimkinden daha önemsiz onların söyledikleri? Neden “Sus, büyükler konuşuyor.” diye tersliyoruz çocukları? Hangi misafirimize “Of, yeter artık!” dedik, hangisine burun kıvırdık? Koca koca insanlar yeni, pahalı halımıza dahi çay dökse, “Ay önemli değil şekerim, senden kıymetli mi, silerim geçer.” diyoruz da, bunu yapan daha el kasları tam gelişememiş, meraklarını giderebilmek derdinde olan, hayata yeni alışan yavrularımız olunca neden bunca tahammülsüzlüğümüz?

Bir misafirim evde bir şey dökmüştü yere, çok tedirgin olmuştu. Hiç önemsemediğim bir durumdur bu benim… “Çocuklar yapsa kızarız.” deyivermişti mahcubiyetle. “Hiç önemli değil, onlar da yapsa kızmamak lazım, değil mi?” diye karşılık verdim. İki saatlik misafirime gösterdiğim hoşgörüyü, yavruma gösteremiyorsam kendi samimiyetimden şüphe duymam gerekmez mi? Çocuklar bir şeyleri yere ya istemeden, ya da isteyerek dökerler. İstemeden yaptıkları zaten kazadır, kazadan kim sorumlu tutulabilir? İsteyerek yaptıkları da, ya merak ya da ilgi ihtiyacındandır. Bundan da o minicik halleriyle sorumlu olmasalar gerek. İlgimizi çekemeyen yavrulara, ikide bir yanımıza sokulup, eteğimizden çekiştiren hallerine bakıp kendine çekidüzen vermesi gereken kişiler biz değil miyiz?

Her bir yaptıkları davranış servet niteliğindeyken, en ufak bir bilmiş tavırları, kibirli halleri, kendini beğenmişlikleri de yokken… Bu masum hallerine bakınca herkesten daha kıymete değer değiller mi?

Bugün var, yarın yok misafirlerimiz onlar, Aziz Misafirlerimiz… Aile kararlarını birlikte almayı, önemli kararlarda ne kadar küçük de olsalar, yanlarına çöküp gözlerinin içine bakılıp da konuşulmayı fazlasıyla hak ediyorlar. “Müdür, arkadaş, büyük…” adı altındaki kişilerden gelen her soruya tereddütsüz, itirazsız cevapları sıralarken; o minik, masum ağızlarından dökülen “Yeden?” sorusuna cevap vermemek için direnen hallerimizle nedir bu kibirimiz?

En koyu sohbetlerde bile, konuşmaya bir virgül koyup, bize seslenen yavrumuza “Efendim bitanem.” diyebilmekle gösterilir onlara verdiğimiz değer, ceplerine doldurduğumuz şekerle değil. En önemli saydığımız işlerimizden önce, “Önce seninle oynayalım, sonra işimi yaparım.” diyebilmekle olur onları önceliğimize almak, “Kendime elbise almak yerine sana bisiklet aldım.” demekle değil.

Bir şekilde, hızlıca büyüyorlar. Bugün yaptıklarını yarın görmemize imkân yok. Günden güne yürüyüşleri, yüz hatları, mimikleri, cümleleri değişiyor. Bu denli gelişim gösteren bir canlının dünyadaki rehberi seçilmiş şanslı kişilersek eğer, misafirperverliğimizi gösterme zamanı. Ailemizin Aziz Misafirlerine… Hadi şimdi, sağa sola sinmiş, küstürdüğümüz yavrularımızın gönlünü alma vakti, hem de Yüce Mevla’nın içine cenneti gizlediği küçük kalplerini bir daha incitmemek üzere…

 

 

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

5 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz