Barbekü Keyfi

gonca-profil (1)Yıllardır merak ettiğim bir mağarayı gezmeye gittik. Yerin altında bir tabiat harikası...

Ahşap gezi bandından içeriye çocuklarla birlikte ağır adımlarla ilerlerken hızla uçuşan kuşlar dikkatimizi çekti.

Sürekli bir telaş içerisinde dışarıya uçup, geri geliyorlar… Nereye geliyorlar, diye baktık ki, bir de ne görelim… Mağaranın iç duvarlarındaki küçük yuvalara yiyecek taşıyorlar. Belki onlarca yuva var.

Fakat tam yürüdüğümüz yerin yakınında bir yuva var ki, kendimizi oradan alamadık. İçinde dört minik yavru kuş… Belli ki daha yeni doğmuşlar, gözleri bile açılmamış. Annelerinin kanat seslerini duyunca daha gagası bile oluşmamış beyaz ağızlarını açıyorlar, annesi hepsine kendi ağzından yemek yediriyor. Sonra pııırrr, yeniden gidiyor. Anne kırlangıcın dışarıdan yavrularına mekik dokurcasına telaşla yemek getirdiğini ve onların da iştahla beklediğini görmek bizi şaşkın bir sevince boğdu. Şefkatli anne telaşının tarifi imkânsızdı. Nasıl da İlahi bir sevk ile yavrularını yediriyor, onlar minicik kafalarını gözleri dahi kapalı şekilde hafiften oynatarak anneyi bekliyorlardı, nereden nasıl biliyorlardı...

Sanki yüz sene bin sene izleyebileceğimiz bir manzaraydı bu. Ya İlahi sen nelere kadirsin!

Ne ilk defa gördüğümüz koskoca mağara umurumuzda, ne sarkıtlar, ne dikitler. Ne mağaradan çağlayan sular, yemyeşil yosun kaplı kayalar, ne yerin metrelerce derinine inen merdivenler, ne içeriden gelen yarasa sesleri… Bu minik kuşlar masumiyetleriyle bizim bütün dikkatimizi bir mıknatıs gibi kendilerine çekmişlerdi, ayrılmak mümkün değildi yanlarından.

Gelip geçen insanlar vardı tabii. Bir de kültür turizmine ilgilerine hayran olduğum bir Japon çift geziyordu mağarayı, başlarında İngilizce konuşan Türk rehberle. Tam yuvanın yanına yaklaştılar ki, kimse bu manzarayı görmeden geçmesin istediğimden, tur rehberine işaret ettim. “Bakın buradaki yavruları da gösterin,” dedim. Rehber amca çok oralı olmadan ama kayıtsız da kalmadan hızlıca birkaç cümleyle geçiştiriverdi. Durmadı bile. Onun hızına yetişmeye çalışan Japonlar da arkasından hızla geçtiler. Duyduğuma bin pişman olduğum son cümlesi vardı ki gülsem mi ağlasam mı bilemedim.

“Barbeküsü ne iyi olurdu,” dedi yavru kuşları gösterdikten sonra. Benim dört açılmış gözlerimle “Ne dediniz, ne barbeküsü yaaa” diyebildim. “Şaka şaka” dedi, yüzünde pek de gülümsemeye meyil olmadan.

Ben utandım,hem de çok utandım. Yerin dibine geçmek istedim o an. Elimde olsa bu rehberle aynı dili konuşuyor olmaktan, aynı ülkede yaşıyor olmaktan o saniye istifa edip gidebilirdim.

Bir belgesel tadında dakikalardır izlediğim, bir besleme anını bile kaçırmamak için gözlerimi dahi kırpmaktan imtina ettiğim minicik canlılar, bu adamın mangal keyfine et oldu ya, bu şaka deyip geçilecek gibi değil.

Bu kadar mı duyamaz olduk? Bu şakanın çok ötesinde anlamlar gizliydi bana kalırsa, neden alışveriş merkezlerinin, kafelerin tıka basa dolu olduğu ormanların, parkların boş kaldığının sebebi gizliydi. Yemek içmek uğruna coşturduğumuz nefislerimizin duyarlılığımızı parça parça öldürdüğü gizliydi. Kim bilir neleri kaçırıyoruz, ne güzelliklerin yanından hızlıca geçiyoruz da gören gözlerimin görmez oluyor. Atan kalbimiz hissedemiyor.

Utandım, kimbilir bu rehberin gösterdiği duyarsızlığı ne zaman kaç kere ben de gösterdim.

Sen ki Allah’ın bak diye hitap ettiği varlıksın. Niçin bu yoldan görmeden geçip gidiyorsun. Bahar rüzgârı gibi bu güllerin üzerinden geçip gitme, gülistanın manasına dal” (Muhammed İkbal)


Bunlar da ilginizi Çekebilir

1 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz