Çocukla Başetmenin Yolları

Çocukla baş etme yollarını bilen var mı? Bir çocuk nasıl susturulur, “Otur” deyince nasıl oturtulur, misafirlikte nasıl misafir gibi davrandırılır, nasıl istenilen her şey yaptırılır? Bu başlığı attığıma bakmayın, ben bu yolları bilmiyorum. Bunu yapmaya çalışan anne babaların ve çevrenin uyguladıkları yöntemleri de vicdanım kabul etmiyor.

Peki, sizce çocuk bir dert midir, baş edilsin?

Çocuğuyla baş etmeye çalışıp, amacına ulaşan bir tek anne baba göremezsiniz. Ama “Şunun kızı çok uslu, hiç kıpırtamaz; onun oğlu çok sessiz, hiç gıkı çıkmaz” cümlelerini duyar gibi oluyorum. İşte mesele çocuğa bakış açımızda saklı. Susan, sessizce oturan, konuşmayan, kıpırdamayan, sorgulamayan bir çocuksa umduğumuz, her şeyden önce kendi anne babalığımızı sorgulamamız gerek.

Eşimin bizzat yaşayıp anlattığı şu olay oldukça üzücü ve manidar: Bir gün araba pazarında gezerken, ağlayan bir çocuk görmüş ve bir süreliğine olaya kulak misafiri olmuş. 5-6 yaşlarındaki çocuk, hüngür hüngür ağlıyor. Polis amcalar gelmiş, yardım edecekler. “Gel, seni babana götürelim.” diyorlar, çocuk direniyor ve daha çok ağlıyor. “Arabayla yavaş yavaş gezelim, sen babanı görünce gösterirsin.” diye uzun süre dil döküyorlar. Çocuk “Yok ben, karakola gitmem.” diye feryat ediyor. Ağlaması babasını kaybetmekten ziyade, karakola götürülme korkusundan. Sırf yaramazlık yaptı diye “Bak seni polislere veririm, karakola bırakırım.” korkutma cümleleriyle kim bilir kaç kez adam edilmeye çalışıldı, kim bilir kaç kez onuruyla oynandı… Sonuç iç güvensizliği ile kimselere güvenemeyen, korkmuş, sinmiş, ezik bir çocuk.

“Ceza ile, korkutma ile çocuk adam olmaz. Ceza çocuğun duygu dünyasına zarar verir ve bir süre sonra da duyarsızlaşmasına neden olur.” diyor Anadolu Pedagojisi. Anlık ve geçici rahatlıklar uğruna, kaç çocuğun onuru harap edildi kim bilir? Her ortamda pek çok olayla karşılaşıyoruz her birimiz.

Varsayın ki bir hastanedesiniz. Dişiniz ağrıyor, kalabalık, bir saat oldu geleli ve hâlâ sıranızın gelmesini bekliyorsunuz. Karşınızda oturan hanımın çocuğu bir o yana, bir bu yana koşturuyor. Zaten yorulmuşsunuz, hastane kokusu, gürültü, kalabalık, bir de ağrılarınız… Bunca sıkıntı yetmiyormuş gibi “Bir de bu bacaksızı mı çekeceğim?” diye mi geçirirsiniz içinizden? Çocuk sürekli konuşuyor, zıplıyor. Ne yaparsınız? Sanki çocuğun başka bir seçeneği varmış gibi, çocuğa ters ters bakıp, annesine dönüp, “Ne ilgisiz kadın, şuna bak çocuğunu nasıl yetiştirmiş.” dercesine kadını gözlerinizle yerin dibine mi geçirirsiniz?

Bir de bu kalabalıkta sıkılıp, hoplayıp zıplayan çocuğun annesi olduğunuzu varsayın, o zaman ne yapardınız? Rahatsızlığınız var, mecburen geldiniz hastaneye, çocuğunuz da yanınızda bir türlü susmuyor, oturmuyor, herkesin gözü üstünüzde. Utanıp, sıkılıp, çocuğunuza sessiz tehditlere mi başlarsınız: “Sus bak bir daha dışarı çıkarmam.” Üzerinize çevrilen gözler artıp, mesele çözülmediğinde sesli tehditlere başlar, sonrasına bağırmalarınızı ekleyerek çocuğa karşı mücadeleye devam mı edersiniz?

İşte karşı tarafın beklediği an… Tabiri caizse; sahibinin taşladığı köpeği, herkes taşlar. Sizin of, puflarınızı gören el alem başlar çocuğa karşı tehdit, yalan, aldatma içeren konuşmalara. Ne polisin kötülüğü kalır, ne doktorun iğnesi… Amaç tek; çocuk yeter ki sussun. Herkes bir çocuğu alt etmek için seferber olur. Oysa gayeleri, çocuğu susturduklarında daha rahat konuşmaktır. Yapacakları onun bunun dedikodusundan daha mı zararlıdır çocuğun şen sesi? “Hiç kafam götürmüyor.” diyen teyzeler, amcalar nedense bir tek çocukların sesine karşı bu kadar hassaslar.

Bizim bile sıkıldığımız yerlerde çocukların bunalması doğal değil midir? Böyle ortamlar genellikle bol asabiyet, dedikodu gibi olumsuzlukların olduğu ortamlardır ve çocuklar negatif enerjiden çok çabuk etkilenirler.

Bazen sıkıntıdan, bazen de neşelerinden onlar hoplayıp, zıplayıp, koşacaklar. Bir çocuğa “Koşma!” demek, bir kuşa “Uçma!” demek gibidir. Çocuğu bir şekilde küstürüp, köşeye sinmesini sağlarsınız, ama kolunu kanadını kırmış olursunuz. Onurunu incitmiş, ruhunu yaralamış olursunuz. Çocuğun onuru kimin umurunda, değil mi? Günü kurtardık, sorun çözüldü, çocukla baş edildi(!)… Gerisi kimin umurunda…

Gücümüz bir tek çocuklara yetiyor çünkü. Bütün sıkıntılar birikir, komşuya kızarsın, eşine sinirlenirsin, ağrıların artar, ev işleri yorar, müdürden fırça yersin… Hepsinin son damlası çocuğun bir hareketi olur ve bütün hıncını ondan çıkarırsın. Nasıl olsa o bir çocuk, unutur, bir şeyden anlamaz, karşılık vermez. Biz büyüğüz ya(!), istese de veremez.

Ne kadar vicdansız oluyoruz bazen, fazlasıyla kibirli ve enaniyetli… Çocuklara yüklediğimiz negatifliklerle çocukların durdurulamaz ve bizi anlamaz olmaları çok doğal değil midir?

Çocuğumla yoldan geçerken elimden tutmasını istiyorum, araba geliyor. Kızım ise bu sefer elimi tutmak istemiyor. Bizim telaşımızı gören bir anne gözlerini açıp, kızıma bağırıyor, “Şiiişt doğru yürü bakayım.” Sonra çocuğum ağlamaya başlıyor. Bu hanım belli ki bana yardımcı olmak istedi ama yardım bunun neresinde? Ben de kalkıp deseydim, “Bak teyze çok kızdı, dövecek”… Çocuğumun bana güveni kalır mı? Sadece kendi iradesini kullanmak istiyordu ve fark edemediği tehlikeyi anlaması için bir kenara çekilip ona durumu anlatmam yeterli. Çocukları korkutarak adam edemezsiniz. Korkutmak, kandırmak onları ezer, sindirir. Bugünün ezilip küstürülen çocukları yarının mutsuz ve problemli insanları olmaya aday maalesef.

“Peki, çocukla nasıl baş edeceğiz?” diyenleri cevapsız bırakmayalım; çocukla baş edilmez, çocukla işbirliği edilir. Siz ona hanımefendi, beyefendi gibi davranırsanız ve yalanlardan, dolanlardan uzak tutar, masumiyetine saygı gösterirseniz, bakın nasıl da değişiyor herşey. Nasıl güzel anlıyorlar her bir cümlenizi, kendilerini nasıl doğru ifade ediyorlar… Ama önce onların çocuk olduklarını ve doğal olarak hangi ortamda olurlarsa olsunlar çocukluklarının gerektirdiklerini yapacaklarını kabul etmek gerek. Sıkıldıkları zamanlarda neden sıkılıyorlar, yorulduklarında ya da huzursuzlandıklarında neye ihtiyaçları olduğunu doğru anlamak gerek. Bu da çocuklara değer vermekle başlıyor. Kendi rahatımızdan daha çok onların ruhsal ihtiyaçlarını ön plana alabilmeli. Elalem baskısına rağmen, onlara nazik olabilmeli. Bütün olumsuzluklara rağmen, çocuğunuzla iletişiminizi ve kibarlığınızı gören çevre efradının çocuğa bakışı değişiyor.

Hastane konusuna geri gelirsek, böyle bir ortamda çocuğum sıkılmış ve hoplayıp zıplıyor ve herkesin sinirli bakışları üzerimde. Ben ne yapardım? Tehdit, kandırma, korkutma olmadan da onu rahatlatabileceğimin garantisini verebilirim, yeter ki anne çocuğunu tanısın. Orda çocuğuma bir oyun geliştirir ben de onunla oynardım. “Hadi beni yakala.” deyip, ben de koşardım. Ya da çantamdan bir kağıt çıkartıp, “Hadi seninle resim yapalım.” derdim. Ya da “Hadi etraftaki sarı renkleri bulalım.” …

O çocuğu hastanede saatlerce bekletmek onun seçimi değil ya da çok sevdiğimiz arkadaşımıza akşam oturmasına gitmek de onun seçimi değil. Mecburen ya da keyfen yanımızda oradan oraya sürüklediğimiz çocuklarımızın anlaşılmaya ihtiyacı var.

Karşımızdakinin küçük savunmasız bir insan olduğunu her an hatırımızda tutmaya çalışırsak, belki insafa gelir acımasızlaşan yanımız. Kendi rahatımızdan vazgeçebilmeye cesaretimiz yoksa, el alemin lafına kulağımızı tıkayamayacaksak çocukla baş etme telaşımız ömrümüzün sonuna kadar sürer, gider. Hayatı kendimize zindan ettiğimiz yetmezmiş gibi, çocuklarımızın geleceğine ellerimizle mutsuzluk ekmiş oluruz.

Çocukların misafirlikte misafir, hastanede hasta gibi davranmasını beklemek bizim yanlışımız. Çocuklar her yerde çocuk… Saygı görmek ve saygın nesiller yetiştirmek istiyorsak ister anne baba olalım, ister birilerinin el alemi; çocuklara saygı göstermeliyiz, hem de kendimize beklediğimizin çok daha büyüğünden.

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

26 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz