Çorba Pişirmeyen Kadın
- 21-03-2012
- KATEGORİ Esra Rana
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Geçtiğimiz günlerde bir eve, kahvaltıya davetliydik. Kendisini kısa süre önce tanıdığım fakat çok sevdiğim, her halinden hikmet, irfan, sadelik damlayan bir güzel insanın evine. Eh tabi pek bir mutluydum. Hem kahvaltı hem de güzel arkadaşlar. İkisi bir arada iken değmeyin keyfime…
Sabah güzel güzel kalktık, hazırlandık, eli boş gidilmez diyerek pastaneye uğradık, sonra iyi insanlar gibi, sözleştiğimiz saatte kapının zilini çaldık (Cümleleri çoğul kuruyorum çünkü yalnız değildim.)
Kahvaltı ve sohbet muhteşemdi. Hem madden hem de manen oldukça doyurucuydu. Eh ben bu iki tokluk olunca da pek bi keyiflenirim. Fakat yine de her şey mükemmel değildi. Kapıdan içeri girer girmez, içimde tiz ve gıcırtılı sesler yankılanmaya başladı. Bir anda ortaya çıkıp bir soru soruyor, o soru zihnimde yere düşen boya kutusu gibi dağılıyordu. Tam o zor lekeyi çıkartıyor, soruyu cevaplıyorum ki tekrar başka bir soru hiç ummadığım yerden sökün ediyordu. Zihnim kan ter içinde kaldı. Evin o köşesinden, bu köşesinden yeni bir soru çıkacak diye mümkün mertebe hiçbir yere bakmamaya bile çalıştım. Lakin olmadı.
Hmmm.. Hala çay hazır değil mi? Halbuki kaçta geleceğimiz belli idi… (Bu arada ev sahibimiz acil bir durum nedeni ile sabah 6’dan sonra anca uyuyabilmiş, buna rağmen daveti iptal etmemişti. Halbuki bendeniz olsa….)
Hmmmm. Şuna bak, mobilyası biraz eski mi?
Hmmmm. Galiba bu lavabo bir haftadır ovulmamış….
Hmmmmmmm. Bu tavanın ne kadar yanmış böyle?
Hmmmmmmmmm. Havluları yıkarken çamaşır suyu kullanmıyor galiba?
Korkunç değil mi?
Bence öyle. Halbuki ey okuyucu, emin ol ben böyle bir insan değilim. Bu soruların beni en çok rahatsız eden yanı da buydu. Ben böyle biri miyim? Müslüman kardeşinin evinde kusur arayan ve bunu içten içe yapan biri miyim? Hayır değilim, olamam. Peki bu sorular nereden çıktı? Evet, uzun uzun bunu düşündüm, soruların üşüşmesine kanmadan... Ve sonunda buldum…
Son birkaç yıldır değişen hayatımın bir getirisi de yeni arkadaşlardı. Evimi onlara açmaktan, her halimle onları kabul etmekten hiç yüksünmedim. Eve misafir davet etmek için en az bir hafta öncesinden hazırlıklara başlayan biri olmak istemedim. Evimde ne varsa yedirmeye, o anda neye ihtiyaçları varsa gidermeye çalıştım. Çok şükür gelenlerin rahatladığı, memnun kaldığı, doyduğu, samimi sohbetler yaptığı, tekrar gelmek istedikleri bir mekan oldu evim. Tam da istediğim gibi. Tabi böyle olmanın yanında bazı dezavantajları da oldu.
Bir yandan ofiste iş, bir yandan evde devam eden işler vs. derken evimi haftada bir anca süpürdüm. Yeri geldi mutfakta bulaşıklar kaldı, akşama. Böyle detaylar (hadi tamam detaydan biraz daha fazlası) neticesinde fark ettim ki arkadaşlardan bazıları bana sık sık takılır oldular.
- Ev biraz tozlu olabilir, kusura bakmazsınız…
- Aman yok canım, biliyoruz biz, her zamanki hali….
Bu tür onlarca diyalog…
Sonra arkadaşlar yemek tarifi verirler birbirlerine. Bakarım çok uğraştırıcı, “aman bana göre değil bu, daha pratik şeyler lazım bana” derim. Biraz ciddi biraz espri. Fakat nerden bileyim hep ciddiye alınmış bu cümleler.
Geçen gün yine iş yerinde, öğle yemeğindeyiz. Mis gibi bir yoğurtlu çorba, buğdaylı. Zaten en favori çorbamız arkadaşlarla. Oh, oh dedim ben de, ne güzel çorba. Arkadaşlardan biri, tam karşıma oturup, “evde pişirmiyor musun?” demez mi? Kaşık ağzımla tabak arasında kalıverdi. Yüzüne baktım, aman gayet de ciddi ciddi soruyor.
Ah, düşünebiliyor musun sürahi, düşünebiliyor musun damacana pompası, düşünebiliyor musun suluboya fırçası, düşünebiliyor musun ey okuyucu, çorba pişmeyen bir ev, çorba pişirmeyen bir ev hanımı?
Kötü bir şey söylememek için işi şakaya vurdum. “Tabi canım, pişirmiyorum, yemek bile yapmıyorum ben” dedim hafif sırıtarak. Yanımdaki diğer arkadaş –ki evime sık gelenlerden değildir- “aaa sen yemek yapmıyor musun?” dedi. Bu daha iyi değil mi? Hayır, hayır, Hikaye değil, hepsi gerçek. Çünkü az önce kendimi cimdikledim ve malesef bu hatıra hala capcanlı zihnimde.
İşte orada film koptu. Sonrasında ne oldu hiç hatırlamıyorum.
Konuyu çok uzattım farkındayım. Dertlendim işte. Sonuç itibariyle muhatap kaldığım onlarca istihzalı cümle, tenkit benim de içimde kusur arayan bir çift göz uyandırmaya yetmiş. Belli ki başkalarının kusurlarını fark ederse, kendine yöneltilenleri es geçebileceğini zannediyor. Hemen o gözleri kapattım. Ayrıca, bir dostumun ilettiği gibi “haksız tenkit, gizli iltifattır”.
Yani son durum şu ki, işden eve döndüğümde tek derdimin temizlik ve tv dizileri, ne yesem, nerelerde gezsem gibi sorulara cevap bulmak olmadığı, her an üretmeye, her an okumaya, her an düşünmeye yönelik bir işim olduğu için ve en önemlisi inandığım için daha sade yaşamaya, daha sade yemeye gayret etmeyi seçiyorum. Bundan memnunum. Ve haksız tenkitlerin beni istemediğim bir insan haline getirmesine de izin vermiyorum.
Hıh.
Sabah güzel güzel kalktık, hazırlandık, eli boş gidilmez diyerek pastaneye uğradık, sonra iyi insanlar gibi, sözleştiğimiz saatte kapının zilini çaldık (Cümleleri çoğul kuruyorum çünkü yalnız değildim.)
Kahvaltı ve sohbet muhteşemdi. Hem madden hem de manen oldukça doyurucuydu. Eh ben bu iki tokluk olunca da pek bi keyiflenirim. Fakat yine de her şey mükemmel değildi. Kapıdan içeri girer girmez, içimde tiz ve gıcırtılı sesler yankılanmaya başladı. Bir anda ortaya çıkıp bir soru soruyor, o soru zihnimde yere düşen boya kutusu gibi dağılıyordu. Tam o zor lekeyi çıkartıyor, soruyu cevaplıyorum ki tekrar başka bir soru hiç ummadığım yerden sökün ediyordu. Zihnim kan ter içinde kaldı. Evin o köşesinden, bu köşesinden yeni bir soru çıkacak diye mümkün mertebe hiçbir yere bakmamaya bile çalıştım. Lakin olmadı.
Hmmm.. Hala çay hazır değil mi? Halbuki kaçta geleceğimiz belli idi… (Bu arada ev sahibimiz acil bir durum nedeni ile sabah 6’dan sonra anca uyuyabilmiş, buna rağmen daveti iptal etmemişti. Halbuki bendeniz olsa….)
Hmmmm. Şuna bak, mobilyası biraz eski mi?
Hmmmm. Galiba bu lavabo bir haftadır ovulmamış….
Hmmmmmmm. Bu tavanın ne kadar yanmış böyle?
Hmmmmmmmmm. Havluları yıkarken çamaşır suyu kullanmıyor galiba?
Korkunç değil mi?
Bence öyle. Halbuki ey okuyucu, emin ol ben böyle bir insan değilim. Bu soruların beni en çok rahatsız eden yanı da buydu. Ben böyle biri miyim? Müslüman kardeşinin evinde kusur arayan ve bunu içten içe yapan biri miyim? Hayır değilim, olamam. Peki bu sorular nereden çıktı? Evet, uzun uzun bunu düşündüm, soruların üşüşmesine kanmadan... Ve sonunda buldum…
Son birkaç yıldır değişen hayatımın bir getirisi de yeni arkadaşlardı. Evimi onlara açmaktan, her halimle onları kabul etmekten hiç yüksünmedim. Eve misafir davet etmek için en az bir hafta öncesinden hazırlıklara başlayan biri olmak istemedim. Evimde ne varsa yedirmeye, o anda neye ihtiyaçları varsa gidermeye çalıştım. Çok şükür gelenlerin rahatladığı, memnun kaldığı, doyduğu, samimi sohbetler yaptığı, tekrar gelmek istedikleri bir mekan oldu evim. Tam da istediğim gibi. Tabi böyle olmanın yanında bazı dezavantajları da oldu.
Bir yandan ofiste iş, bir yandan evde devam eden işler vs. derken evimi haftada bir anca süpürdüm. Yeri geldi mutfakta bulaşıklar kaldı, akşama. Böyle detaylar (hadi tamam detaydan biraz daha fazlası) neticesinde fark ettim ki arkadaşlardan bazıları bana sık sık takılır oldular.
- Ev biraz tozlu olabilir, kusura bakmazsınız…
- Aman yok canım, biliyoruz biz, her zamanki hali….
Bu tür onlarca diyalog…
Sonra arkadaşlar yemek tarifi verirler birbirlerine. Bakarım çok uğraştırıcı, “aman bana göre değil bu, daha pratik şeyler lazım bana” derim. Biraz ciddi biraz espri. Fakat nerden bileyim hep ciddiye alınmış bu cümleler.
Geçen gün yine iş yerinde, öğle yemeğindeyiz. Mis gibi bir yoğurtlu çorba, buğdaylı. Zaten en favori çorbamız arkadaşlarla. Oh, oh dedim ben de, ne güzel çorba. Arkadaşlardan biri, tam karşıma oturup, “evde pişirmiyor musun?” demez mi? Kaşık ağzımla tabak arasında kalıverdi. Yüzüne baktım, aman gayet de ciddi ciddi soruyor.
Ah, düşünebiliyor musun sürahi, düşünebiliyor musun damacana pompası, düşünebiliyor musun suluboya fırçası, düşünebiliyor musun ey okuyucu, çorba pişmeyen bir ev, çorba pişirmeyen bir ev hanımı?
Kötü bir şey söylememek için işi şakaya vurdum. “Tabi canım, pişirmiyorum, yemek bile yapmıyorum ben” dedim hafif sırıtarak. Yanımdaki diğer arkadaş –ki evime sık gelenlerden değildir- “aaa sen yemek yapmıyor musun?” dedi. Bu daha iyi değil mi? Hayır, hayır, Hikaye değil, hepsi gerçek. Çünkü az önce kendimi cimdikledim ve malesef bu hatıra hala capcanlı zihnimde.
İşte orada film koptu. Sonrasında ne oldu hiç hatırlamıyorum.
Konuyu çok uzattım farkındayım. Dertlendim işte. Sonuç itibariyle muhatap kaldığım onlarca istihzalı cümle, tenkit benim de içimde kusur arayan bir çift göz uyandırmaya yetmiş. Belli ki başkalarının kusurlarını fark ederse, kendine yöneltilenleri es geçebileceğini zannediyor. Hemen o gözleri kapattım. Ayrıca, bir dostumun ilettiği gibi “haksız tenkit, gizli iltifattır”.
Yani son durum şu ki, işden eve döndüğümde tek derdimin temizlik ve tv dizileri, ne yesem, nerelerde gezsem gibi sorulara cevap bulmak olmadığı, her an üretmeye, her an okumaya, her an düşünmeye yönelik bir işim olduğu için ve en önemlisi inandığım için daha sade yaşamaya, daha sade yemeye gayret etmeyi seçiyorum. Bundan memnunum. Ve haksız tenkitlerin beni istemediğim bir insan haline getirmesine de izin vermiyorum.
Hıh.
11 Yorum Yorum Yaz