En Uzak Mesafe
- 11-01-2015
- KATEGORİ Gonca Anıl
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
En Uzak mesafe neresidir, bilir misiniz?
En uzak mesafe
Ne Afrika’dır
Ne Çin
Ne Hindistan
Ne seyyareler
Ne yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe
İki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan.
Can Yücel’in dizeleri inci gibi parlıyor gönlümde, günümüzün en can yakıcı meselesine ışık tutan bir anahtar gibi.
Önce kendime olmak üzere etrafıma bakıyorum. Arama motorlarında en çok aratılan kelimeler gibi, etrafta en çok aranan “ANLAYIŞ”.
Herkes birbirinden sürekli anlayış bekliyor, ama anlayış göstermek konusunda aynı çaba yok.
Anne baba çocuğu lafını dinlesin istiyor, ama çocuğunu dinlemek konusunda bir o kadar duyarsız.
Eşler birbirinden ilgi bekliyor, ama sıra göstermeye gelince bir o kadar hoyrat.
Aile içi ya da dışı her sosyal iletişimimizde karşıdan beklentilerimiz, verdiğimizden daha çok… Oysa duyarsız tavırlarımızla duyarlı ilişkiler kurmamız ne kadar mümkün ya da sadece beklentilerimizi artırarak kusursuz hayatlara ulaşabilir miyiz?
Ne kadar hafife alıyoruz yaşamayı… Hayat, ekmek arası bir sandviç olsa bir lokmada yiyiversek, hiç çiğnemeden, bütün tatlar ağzımıza konsa hatta. Ellerimizi, dişlerimizi bile yormadan yutuversek her bir deneyimi ve hiç çaba harcamadan doyuverse karnımız.
Çocuklarımız doğuştan terbiyeli(!), saygılı doğsa keşke… Onlara rehberlikle uğraşmasak.
Biz hiç bir şey yapmasak ama yine de eşimiz bizi sevse. Hatta biz ona hakaretler yağdırsak canımız istediğince, yine de o bizden hiç vazgeçmese.
Biz rahatımız uğruna komşumuza çektirsek, ama o saygıda kusur etmese.
Nereden alıştık bu tek taraflı fayda davranışına? Hiç bir şey yapmadan mükemmel hayatlar istemeyi nerelerden öğrendik?
Medyanın dayattığı; çalışmadan çok kazanan, çabalamadan kusursuz(!) âşıklar bulan, iki ödülle çocukları mükemmel(!) yapan insan modeli mi bizi bu yanılgıya itti? Yoksa gittikçe modernleşen dünyanın insanı bireyselleştirmeye çalıştığını göremez olunca mı arttı tek taraflı beklentilerimiz?
Oysa “Emeksiz yemek olmaz” diyen büyüklerimiz, her güzelliğin bir çaba ile yoğrulması gerektiğini anlatmak istemiyorlar mıydı?
Her şeyi karşıdan bekleme hatamızla aramızdaki mesafeler gittikçe büyüyor. Yan yana oturduğumuz, aynı evi paylaştığımız, aynı yastığa baş koyduğumuz insanla aramızda uçurumlar oluşuyor.
Oysa önce, ben ne yapmalıyım, diyebilmeli değil miyiz? Bir eş olarak eşime gereken ilgiyi göstermeli değil miyim, isteklerimi sıralamadan önce. Ya da anne babama bir evlat olarak sorumlu olduğum saygıyı verebilmeliyim, ihtiyaç duyduğum ilgiyi göremesem bile. Bir ebeveyn olarak çocuğuma gereken anlayışı göstermeliyim, ona yapması gerekenleri talimatlar şeklinde yağdırmak yerine.
Peki, bu çabalarım karşılığında aynı muameleyi göreceğim anlamına gelir mi? Ben düzgün bir eş olursam, eşim de öyle mi davranır? Ben çok iyi anne baba olursam çocuklarım da kusursuz mu olurlar? Ya da iyi bir evlat olmak anne babamın aynı iyilikte muamelesini mi getirir? Bu, hayatın bilinmez yanı sanırım. Ama yapabileceğimiz tek şey var, o da bize lütfedilen yaşamın hakkını verebilmek. “Bana düşeni yaptım” iç huzurunu taşımak, çoğu derdin şifası olsa gerek. Bilimsel çalışmalar da gösteriyor ki iç huzuru olan insanlar hayattaki olumsuzluklardan daha az etkileniyorlar. Kalplerin Yaratıcı’nın elinde olduğunu bilip takdiri O’na bırakmak, ama beklentilerimizi azaltıp, çabalarımızı artırmak…
İşte belki o zaman kapanır en yakınımızdakiyle aramızdaki uzak mesafe…
En uzak mesafe
Ne Afrika’dır
Ne Çin
Ne Hindistan
Ne seyyareler
Ne yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe
İki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan.
Can Yücel’in dizeleri inci gibi parlıyor gönlümde, günümüzün en can yakıcı meselesine ışık tutan bir anahtar gibi.
Önce kendime olmak üzere etrafıma bakıyorum. Arama motorlarında en çok aratılan kelimeler gibi, etrafta en çok aranan “ANLAYIŞ”.
Herkes birbirinden sürekli anlayış bekliyor, ama anlayış göstermek konusunda aynı çaba yok.
Anne baba çocuğu lafını dinlesin istiyor, ama çocuğunu dinlemek konusunda bir o kadar duyarsız.
Eşler birbirinden ilgi bekliyor, ama sıra göstermeye gelince bir o kadar hoyrat.
Aile içi ya da dışı her sosyal iletişimimizde karşıdan beklentilerimiz, verdiğimizden daha çok… Oysa duyarsız tavırlarımızla duyarlı ilişkiler kurmamız ne kadar mümkün ya da sadece beklentilerimizi artırarak kusursuz hayatlara ulaşabilir miyiz?
Ne kadar hafife alıyoruz yaşamayı… Hayat, ekmek arası bir sandviç olsa bir lokmada yiyiversek, hiç çiğnemeden, bütün tatlar ağzımıza konsa hatta. Ellerimizi, dişlerimizi bile yormadan yutuversek her bir deneyimi ve hiç çaba harcamadan doyuverse karnımız.
Çocuklarımız doğuştan terbiyeli(!), saygılı doğsa keşke… Onlara rehberlikle uğraşmasak.
Biz hiç bir şey yapmasak ama yine de eşimiz bizi sevse. Hatta biz ona hakaretler yağdırsak canımız istediğince, yine de o bizden hiç vazgeçmese.
Biz rahatımız uğruna komşumuza çektirsek, ama o saygıda kusur etmese.
Nereden alıştık bu tek taraflı fayda davranışına? Hiç bir şey yapmadan mükemmel hayatlar istemeyi nerelerden öğrendik?
Medyanın dayattığı; çalışmadan çok kazanan, çabalamadan kusursuz(!) âşıklar bulan, iki ödülle çocukları mükemmel(!) yapan insan modeli mi bizi bu yanılgıya itti? Yoksa gittikçe modernleşen dünyanın insanı bireyselleştirmeye çalıştığını göremez olunca mı arttı tek taraflı beklentilerimiz?
Oysa “Emeksiz yemek olmaz” diyen büyüklerimiz, her güzelliğin bir çaba ile yoğrulması gerektiğini anlatmak istemiyorlar mıydı?
Her şeyi karşıdan bekleme hatamızla aramızdaki mesafeler gittikçe büyüyor. Yan yana oturduğumuz, aynı evi paylaştığımız, aynı yastığa baş koyduğumuz insanla aramızda uçurumlar oluşuyor.
Oysa önce, ben ne yapmalıyım, diyebilmeli değil miyiz? Bir eş olarak eşime gereken ilgiyi göstermeli değil miyim, isteklerimi sıralamadan önce. Ya da anne babama bir evlat olarak sorumlu olduğum saygıyı verebilmeliyim, ihtiyaç duyduğum ilgiyi göremesem bile. Bir ebeveyn olarak çocuğuma gereken anlayışı göstermeliyim, ona yapması gerekenleri talimatlar şeklinde yağdırmak yerine.
Peki, bu çabalarım karşılığında aynı muameleyi göreceğim anlamına gelir mi? Ben düzgün bir eş olursam, eşim de öyle mi davranır? Ben çok iyi anne baba olursam çocuklarım da kusursuz mu olurlar? Ya da iyi bir evlat olmak anne babamın aynı iyilikte muamelesini mi getirir? Bu, hayatın bilinmez yanı sanırım. Ama yapabileceğimiz tek şey var, o da bize lütfedilen yaşamın hakkını verebilmek. “Bana düşeni yaptım” iç huzurunu taşımak, çoğu derdin şifası olsa gerek. Bilimsel çalışmalar da gösteriyor ki iç huzuru olan insanlar hayattaki olumsuzluklardan daha az etkileniyorlar. Kalplerin Yaratıcı’nın elinde olduğunu bilip takdiri O’na bırakmak, ama beklentilerimizi azaltıp, çabalarımızı artırmak…
İşte belki o zaman kapanır en yakınımızdakiyle aramızdaki uzak mesafe…
6 Yorum Yorum Yaz