Eşimin Eşi Yok

eşimin eşiBugüne kadar evlilik üstüne çok şey yazılıp çizildi.

Kimi mukaddestir diye evliliği göklere çıkardı, kimi aşkı öldürüyor diye yerden yere vurdu, kimi de bol bol öğüt verdi.

Ben de hikâyesini yazmak istedim.

“Neden hikâye?” derseniz, şöyle açıklayabilirim: Ben hikâyelerin gücüne çok inanırım.

Hikâyeler duyguları "elle tutulur, akılda kalır bir hâle getirir.

Yaşanmış olaylardan yola çıkarak yazdığım hikâyelerde pek çok kişinin kendinden bir parça bulacağına inanıyorum. Yazdıklarım; dertleriyle, çareleriyle evlilikte mutluluk sanatına katkıda bulunacak hikâyeler olsun diye uğraştım.

Bu kitaptaki hikâyelerde maddî sıkıntılar, fedakârlıklar, büyük olaylar yok. Yangının değil, yangına sebep olan kıvılcımın hikâyesini yazdım. Gülün değil, gülü yeşerten suyun hikâyesini yazdım. Dilerim beğenirsiniz...

Sema Maraşlı

"Eşimin Eşi Yok" kitabından bir hikaye

 

"Eğlenceli bir çirkin, sıkıcı bir güzelden daha iyidir." (Arap Atasözü)

CİLVE


Kadın dediğin cilveli olmalı. Kadın dediğin cilveli olmalı. Gerisi boş. Gerisi boş.”


Nilüfer’in kulaklarında bütün gün kocası Emirhan’ın o sabah söylediği bu sözler çınlayıp durdu. Akşam kız kardeşinin düğünü vardı. Düğünden önce, uzaktan gelen akrabalarını akşam yemeği için lokantaya davet etmişlerdi. Yemekten sonra düğün salonuna gideceklerdi.


Nilüfer akrabalarını karşılamak için eşi ve oğluyla birlikte lokantaya erken gelmişti. Lokantaya gelir gelmez hemen bir sandalyeye oturdu. Emirhan da oğlu Keremcan’la birlikte lokantanın bahçesine oturdu. Lokantanın içinde ondan başka kimse yoktu. Garsonlar bile ortada görünmüyordu.


Burası deniz kenarında inşa edilmiş temiz bir balık lokantasıydı. Denize çevirdi gözlerini Nilüfer. Batmakta olan güneşin kızılı vurmuştu denizin üzerine. Deniz durgundu ama her an kayıp gidecek ipek bir çarşaf gibi görünüyor, emniyet telkin etmiyordu ona. Bir an, denizin içinde kaybolmayı istedi. Kaybolmak ve Emirhan’ı vicdan azabı içinde bırakmak hiç fena olmaz, diye düşündü. Çocukları aklına geldi, “Bunu yapmaya hakkım yok...” diyerek az önceki düşünceleri uzaklaştırdı zihninden.


Bir günde kendini çökmüş, yaşlanmış, hissediyordu. Çantasından aynasını çıkarıp kendine baktı. Aynalar onun düşüncelerinin aksini söylüyordu. Uzun saçlarını topuz yaptırmıştı. Saçlarını toplayınca bal rengi gözlerinin güzelliği daha çok ortaya çıkmıştı. “Hayır, çirkin değilim, yaşlı da değilim.” diye düşündü. Güzeldi, ince ve uzun boyluydu. Peki, kocasının beğenmediği neydi?


O sabah kahvaltıyı hep birlikte yapmak için, annesinin evine gitmişlerdi. Teyzesi, kızı ve halası da gelmişti. Neşe içinde kahvaltılarını yaparken, Emirhan, evlenecek olan baldızı Ülkü’ye öğütler vermeye başlamıştı. “Kadın dediğin cilveli olmalı, gerisi boş. Kocama güzel yemekler yapayım, evimi temiz tutayım, düzenli olayım ya da ona çok iyi hizmet edeyim diye boş yere uğraşma; cilveli ol yeter. Bak ablana! Çok iyi bir ev hanımıdır; temizliği, düzeni, yemekleri mükemmeldir. Fakat bütün bu meziyetleri açıkçası benim gözümde boş, nafile... Kadın dediğin cilveli olmalı. Ablanda da o yok, gerisi boş.”


Emirhan bu sözleri söylediği sırada Nilüfer’in yemekte olduğu bal, ağzında acı bibere dönüşmüştü. Bir anda bütün gözler ona çevrilmişti. Herkes ne tepki gösterecek diye ona bakıyordu. Hiç konuşmadı. Sadece ağzından kalbine doğru yayılan acıyı belki azaltır diye bir bardak su içti.


Sadece Nilüfer değil, sofradaki bütün kadınlar bu sözlerden alınmışlardı. Her biri erkeklerin aleyhinde, kadınların lehinde konuşmaya başlamışlardı. O sırada annesi konuyu değiştirip gerginliğin uzun sürmesine izin vermedi; fakat Nilüfer’in sinirleri bir kere gerilmişti. Demek ki bu güne kadar yaptığı her şey boştu, kocası için o sadece bir boşluktu. Kocasıyla bütün gün boyunca konuşmadı. Sadece lokantaya gelirken arabada:


Cilveli kadın derken ne demek istedin? Ne yapmamı, nasıl olmamı istiyorsun, anlamadım?” demişti. Emirhan:


Tarifle olmaz.” demiş, başka bir şey dememişti.


Nilüfer, cilve hakkında bir şeyler biliyordu. Arada cilve yaptığını da zannediyordu ama demek ki, onun yaptığı cilveyle kocasının istediği cilve farklıydı ki sabahleyin böyle bir suçlamaya maruz kalmıştı. Nilüfer bunları düşünürken akrabaları birer birer gelmeye başlamışlardı.


İki masa birbirine eklendiğinde konuklar ancak sığabilmişlerdi. Kız kardeşinin kuaförde işi bitmemişti. O bir kaç arkadaşı ve damadın yakınları ile kuafördeydi. Yemeklerin gelmesi beklenirken muhabbet çoktan başlamıştı. Nilüfer’in morali hâlâ bozuktu. Durgun durgun, konuşulanları dinliyordu. Aslında söylenenleri de tam olarak anlamıyordu. Onun durgunluğu ağabeyinin dikkatini çekmişti. Ağabeyi:


Ne oldu? Hasta mısın?” diye sordu.


İyiyim, bir şeyim yok.” dedi.


Aysel yengesi şen bir kahkaha atarak:


Eminim, kız kardeşini gelin etmenin hüznü çöktü üzerine. İnsan hem sevinir hem de üzülür böyle hâllerde.” dedi.


Nilüfer’in annesi:


Haklısın. Ben de hem kızım evlenip yuva kuruyor diye seviniyorum hem de bizlerden ayrılıyor diye üzülüyorum.” derken gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı bile.


Aaaa, abla, olmaz böyle!” dedi, kardeşi Murat. “Bugün sevinçli bir gün. Ağlamanın vakti mi? Buradan daha düğüne gidip oynayacağız. Sen ağlayıp bizi üzersen oynayacak hâlimiz kalmaz. Sonra ayıp olur yeğenimizin düğününde kalkıp oynamazsak.”


Siz bana bakmayın canım. Mutlu bir gün, tabii oynayacaksınız.” dedi gözyaşlarını kurularken. Gülümsemeye çalıştı: “Şimdi hepimiz buradayız, o yok ya, ne bileyim işte... Artık eskisi kadar göremeyeceğim onu. Her yere birlikte gidemeyeceğiz. Artık onun da kendine göre bir sürü işi, telaşı, gideceği geleceği yerler olur. Benim küçük kızımdan eller büyük işler bekler.”


Yirmi dört yaşında küçücük bir kız!” dedi kardeşi Ali gülerek. “Yapma abla, neredeyse evde kalacaktı. Son anda hamle yaptı da bir koca buldu. Bu devirde koca bulmak çok zor. Siz bulmuşsunuz. Elinizdeki nimetin farkında değilsiniz.”


Ali dayısının esprili sözleri ortamın havasını değiştirmiş, herkesi güldürmüştü. Sözlerine devam etti.


Yeğenim burada olsaydı, ona biraz öğüt verirdim. Kocayı buldu, tamam, ama bir de onu elde tutmak lazım. Ona kocayı elde tutmanın yollarını anlatırdım. Âdettendir, gelin olacak kıza öğüt vermek. Eminim siz bu telaşta kıza öğüt vermeyi de unutmuşsunuzdur.”


Ben bu sabah öğüt verdim baldızıma.” diye söze karıştı Emirhan. “Sizin dediğiniz gibi, kocayı elde tutmanın yolunu öğrettim. ‘Her şeyden önce kocanın yanında cilveli bir kadın olacaksın.’ dedim.”


Ben bu cilve kelimesinden insanların ne anladığını tam olarak anlayabilmiş değilim. Cilve nedir?” diyerek sabahtan beri kafasına takılan soruyu içinden döktü Nilüfer. Kısa süren bir sessizlikten sonra sorusuna Aysel yengesi cevap verdi:


Benim bildiğim cilve, şıkır şıkır, fıkır fıkır, şen şakrak olmak, her zaman yüzünün gülmesi. Ben doğuştan öyleyim. Hiçbir gece başın ağrımayacak, her zaman kocanı memnun edeceksin.


Nilüferin annesi:


"Bence cilve, hiçbir erkeğin kendi karısında olmayan, hep başka kadınlarda var olduğunu zannettiği hayalî bir şey.” dedi.


Ali dayının bu tarife itirazı vardı:


Sana katılmıyorum abla. Cilve hayalî bir şey değildir. Cilve bir sanattır. Kadının erkeğin mizacına göre davranmasıdır. Çok ciddi bir iştir. Pek çok kişinin zannettiği gibi şaklabanlık değildir. Akıllı kadın işidir. Akıllı bir kadın erkeğini iyi tahlil eder, onun zaaflarını bilir ve o zaafı kullanırken zamanlamayı da iyi yapar.”


Ali dayı konuşurken garsonlar sofrayı kurmaya başlamışlardı.


Nilüfer'in ablası Çağla’nın da bu mevzuda söyleyeceği vardı:


Bence cilve oltanın ucundaki solucan gibidir. Avını yakalarken işe yarar, sonrası yoktur. Şaşkın balıklar için her zaman salınan solucanlar vardır.”


Çağla solucan ve balık örneği verirken garsonlar sofraya ızgarada kızarmış balıkları getirmişlerdi. Servisi yapan garsonlar da işlerini ağırdan alarak onları dinliyorlardı. Anlatılanlar dikkatlerini çekmişti.


Nilüfer’in ağabeyi:


Cilvenin tarifinde anlaşmamız imkânsız.” dedi. “Çünkü bence cilveden her insan farklı bir şey anlıyordur. Eğer cilve eşimi bana sevdirecek davranışlarsa ben eşimin sakin ve kibar duruşunu seviyorum. Daha farklı davransa hoşuma gitmezdi, ben onu olduğu gibi sevdim.”


Servis bitince yemek yemeye başladılar. Murat amca tabağındaki lüferi parçalarken balıkların lezzeti üzerine bir muhabbete başlıyordu ki Nilüfer cilve bahsi unutulmasın diye araya giriverdi.


Ağabeyinin eşine:


Cilve hakkında sen ne dersin yenge?” diye sordu.


Cilve deyince aklıma annem gelir. Ne zaman babama bir şey aldırmak istese süslenip püslenip yüzüne tatlı bir gülücük yapıştırır, birkaç da tatlı sözle babamı kandırır, istediğini aldırırdı. Zavallı babam taksitleri öderken çok söylenirdi ama iş işten geçmiş olurdu. Cilve erkeğe karşı kullanılan bir silah diyebilirim. Zayıf noktasını bulup vuracaksın.”


Nilüfer’in, ünlü bir haber spikeri olan teyzesi eşinden boşanmak üzere olduğundan dolayı bu hususta dertliydi:


Bence cilve bir çeşit sahtekârlık. Yabancı bir kadın, ismini hatırlayamıyorum, başarıları karşısında onu tebrik edenlere; ‘Bana zeki diyorsunuz ama ben zeki bir kadın değilim. Eğer gerçekten zeki bir kadın olsaydım kocama aptal görünmeyi becerebilirdim...’ demiş."


Yani cilve, zeki olup aptal görünebilmek, diyorsun. Bence de bu güzel bir tarif oldu.” dedi Aysel yenge.


Aynen öyle! Zeki olacaksın ve aptal rolü yapmayı bileceksin.”


Nilüfer bu konuda sessiz kalan Necdet amcasına:


Sen hiç konuşmadın, cilve hakkında ne düşünüyorsun amca?” diye sordu.


Amcası iyi bir evlilik yaptığını, mutlu olduğunu her zaman söyler, eşini takdir ederdi. Acaba yengesi ne yaparak o takdirlere layık oluyordu, öğrenmek istedi. Amcası o her zamanki sakin ses tonuyla yavaş yavaş anlatmaya başladı:


Cilve erkeğin kadına gösterdiği sevgi karşılığında ondan aldığı bir cevaptır. Ne kadar sevgi o kadar cilve... Bir erkek eşinden cilve beklemeden önce karısının duygularına değer vermelidir. Rabb'imiz Kur'an-ı Kerîm'de kadınları toprağa benzetmiştir. Toprak berekettir, hayattır. Kadın toprak, erkek de çiftçidir. İnsan ne ekerse onu biçer. Limon ağacı dikip gül toplamayı bekleyen boş yere bekler. Çiftçi ne kadar iyiyse toprağın verimi de o kadar iyi olur.”


Nilüfer amcasını alkışladı. Söyledikleri çok hoşuna gitmişti. Tennur hanım da hararetle alkışladı kocasını. Kocasına bakarken gözlerinin içi gülüyordu.


Necdet amcası devam etti:


"Topraktan iyi bir verim elde etmek için güneşe ve suya ihtiyacı vardır. Erkek bazen güneş olmalı, enerjisiyle toprağı canlandırmalıdır. Bazen su olmalı, toprağı beslemelidir. Erkek hem cinsî hem hissî bakımdan kadına ancak verdiğinin karşılığını alabilir. Kadınlar da toprak gibi bereketlidir, bir alırlarsa karşılığını kat kat fazlasıyla verirler.”


Çiftçi iyi fakat toprak çoraksa yani çiftçi diktiğinin karşılığını alamıyorsa?” diye sordu Emirhan biraz sert bir ses tonuyla.


Haklısın bazen öyle durumlarda olur." diye cevap verdi Necdet amcası. "Toprak verimli değilse ürün almak zor olur. O zaman çiftçi çorak toprakta yetişen bitkilerden dikmeli. Artık ne ürün alırsa..."


"Fakat bazı çiftçiler de elindeki verimli toprağın kıymetini bilmez ona hiç emek vermeden çorak deyip toprağı bırakır." dedi Nilüfer.


Tennur yengesi onların arasındaki gerginliği fark etmişti:


Kadınların erkekleri erkeklerin de kadınları iyi tanımaları lazım. Evlilik emek ister. Kadınlar erkeklerden daha duygulu oldukları için kırılmaktan, reddedilmekten korkarak eşleri ile ilişkilerinde korkak davranırlar. Kadın yaralanma korkusu yüzünden adım atmaya cesaret etmez ve hep adımları eşinden bekler.”


Yani toprak gibi beklemede...” dedi Yeşim teyzesi. Tennur yengesi sözlerine devam etti.


Evet. Eşim bir tatlı söz söylese, saçımı okşasa, iltifat etse diye bekler durur. Cinsî mevzularda da kadın korkaktır, çoğu kez ilk adımı eşinden bekler. Erkeklerin tek hatası, kadınların hissî olduklarını unutmaları. Ben bekârken beceriksiz, çok içine kapanık, konuşmaya korkan biriydim. Necdet beni her bakımdan çok değiştirdi. Kalbime bir avuç tatlı söz serpti, benim gibi bir çalıyı bir gül bahçesi hâline getirdi. Yani gül dikip, gül topladı. Limon dikseydi ben de ona limon verirdim.”


Bu sözler masadaki kadınların hoşlarına gitmişti. O ana kadar bu meselede konuşulanları sessizce dinleyen Tahsin amcası da söze katıldı. Tennur yengeye hitap ederek başladı konuşmasına:


"Sen iyi toprakmışsın eşin de iyi çiftçi. Kadın toprak gibi mütevazı olmalı, yumuşak olmalı. Taş gibi sert olursa çiftçi ondan bir ürün alamaz. Ben etrafıma bakıyorum, kadınlar sert, erkek gibiler. Dik başlı, sert bakışlı, at gibi yürüyen kadınlarla dolu her taraf. Oysa kadın demek; zarafet, incelik, yumuşaklık demektir. Kadın yumuşaklığını kaybederse çiftçinin işi çok zordur. Sen taş gibi sert olsaydın, ne gül ne de limon verebilirdin. Toprağın içi; kibir, gurur, kin, çok bilmişlik gibi taşlarla doluysa o topraktan verim almak pek mümkün değildir."


Bu sözler üzerine başta Nilüfer olmak üzere masadaki kadınların yüzü asıldı.


Tahsin amca devam etti:


"Bu âyet-i kerîmeye bakan kadının çıkaracağı ders: "Rabbim beni toprağa benzetmiş; ben bir kadın olarak toprak gibi yumuşak ve verimli olmalıyım." olmalı. Erkeğin çıkaracağı ders de "Rabbim beni çiftçiye benzetmiş; aile hayatımızın saadeti için bir çiftçi gibi sabırla çalışmalıyım, yattığım yerden ürün beklememeliyim. " demeli ve gayret göstermeli.


Nilüfer'in abisinin hoşuna gitmişti amcasının sözleri:


"O halde bir de sen cilve tarifi yap amca." dedi. Tahsin bey kısa bir süre düşündükten sonra konuştu:


"Cilve kadını erkekten ayıran özelliklerdir. Cilve; naz, neşe, yumuşaklık, eda ve tatlı bir sedadır."


"Seda kim?" dedi Nilüferin annesi. Masadakiler gülüştü.


"Seda bir kimse değil anne; 'Seda' ses demektir." dedi Çağla. "Yani yumuşak, tatlı bir ses tonu da cilve demektir." diyor amcam. Tahsin amca sözlerini açıklama ihtiyacı duydu:


"Kadının ses tonunu konuşurken iyi ayarlaması gerekir. Bir yabancı ile konuştuğu gibi konuşmamalıdır kocası ile. Ses tonu çok şey anlatır karşıdakine. Ses tonunda ciddiyet vardır, ilgi vardır, sıcaklık vardır, soğukluk vardır, nezaket vardır, aşağılama vardır. Duygularımızı ses tonu ile aktarırız karşımızdakine. Ne zaman, bağıran, yüksek sesle kocasını azarlar gibi konuşan kadın sesi duysam tüylerim diken diken oluyor."


"Cilvenin tarifinin içinde süsü saymadınız." dedi Aysel yenge.


"Kadına süs yakışır. Kadın erkek gibi giyinmemelidir; fakat süs tek başına kadını kadın yapmaz. Çok güzel giyinmiş süslenmiş bir kadın ama asık suratlı... Böyle bir kadın, sırf süsünden dolayı hangi erkeğe cazip gelir? Erkeğe de elbise giydirip makyaj yaparsan onun gibi olur. Kadın süsünü; nezaket, zarafet, yumuşaklık ve güler yüzle tamamlıyorsa o zaman kadındır."


Bu son sözlerle Nilüfer kocasının cilve derken ne demek istediğini anlamıştı. Zaten kocası da Tahsin amcayı dinlerken onu hep başıyla onaylamıştı. Emirhan ona, onun buyurgan sözlerini, sert ve erkeksi tavrını sevmediğini defalarca söylemişti de Nilüfer kocasının ne demek istediğini anlamamıştı.


Hep kocasının mükemmel bir erkek olmasını beklemişti fakat kendi ne kadar iyi bir eş olmuştu? Bunu hiç sorgulamamıştı. Yaptığı hataları görememişti. Tahsin amcasını dinlerken onun saydığı kadınlık vasıflarının neredeyse hiç birini taşımadığı gerçeği ile yüzleşmişti. O anda kocasına olan kızgınlığının geçtiğini fark etti. Yüreğindeki o ağır taş tuzla buz olmuştu. O kızgınlık taşının yerine kocaman bir ümit koydu. Kadın olmayı öğrenecekti.




 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

1 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz