Ölüme Gülümse
- 05-08-2015
- KATEGORİ Sema Maraşlı
- YAZAR Sema Maraşlı
Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var;
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var!
Daha on üç yaşlarında ezberlemiştim Necip Fazıl'ın ölüm ile ilgili şiirlerini, Allah ondan razı olsun. Ölümü bu şiirlerle sevdim galiba. Bu yüzden gidenlere pek üzülmüyorum. Ruh hapsolduğu beden hapishanesinden kurtulup Rabbine Allah'ın rahmetine gidiyor.
Gidenlere değil, kalanlara üzülüyorum, kendilerini o kadar harap ediyorlar ki. Sanki hayat orada duruyor. Özellikle kadınlar duygusal oldukları için kendilerini çok zor toparlıyorlar bazen hiç toparlayamıyorlar. Küçük yaşta ya da genç yaşta çocuğunu ebedi hayata gönderen annelerden sorular geliyor bazen. Çocuğun ölümünden sonra kocası ile bütün muhabbetleri bitiyor. Odalarını ayırıyorlar, iletişimleri kesiliyor.
Kadınlar istiyorlar ki eşim beni acıma bıraksın günlerce aylarca hatta senelerce doya doya ağlayayım. Oysa bilmiyor ki uzun süren acı dönemleri bir süre sonra alışkanlığa dönüşür, o da bir süre sonra kişinin ruh sağlığını bozar. Hz Ömer yolda çırpınarak ağlayan bir kadın görür, derdini sorar. Kadının evladı ölmüştür. Hz. Ömer kadına "Evine git saçına bir kına yak da kendine gel." der. Kadınlar kendini acıya bırakmamalı. Allah Rasulü de kadınlara cenazeden üç gün sonra kocaları için süslenmelerini emretmiş. Kadın kendini acıya bırakırsa toparlanması çok zordur. Giyinmek, süslenmek aynada kendini iyi görmek öncelikle kadının kendi ruh hali için iyidir.
Dinimizde taziye süresi üç gündür. Üç günden sonra taziyeye gitmek mekruhtur. Çünkü her gelen acıları yeniler. Cenaze sahibinin normal hayatına dönmesine engel olur.
Bağıra çağıra, saya saya ağlamayı dinimiz yasaklamış. İçinden geliyorsa ( ayıp olmasın diye zoraki ağlayanlar da oluyor) sessiz sessiz gözyaşı döküp üç gün içini temizleyip sonrasında da normal hayata dönmek için gayret göstermek lazım. Sonuçta hepimiz ebedi hayata giden yolda bir yolcuyuz. Ölenin bizden tek farkı, bizden biraz daha önce gitmiş olması sadece. Belki biz de ona çok yakın zamanda kavuşacağız belki de uzak.
Kadere ve ebedi hayata inandığımızı iddia edip sonra da ölümden korkmak ya da ölenlere çok üzülmek biraz tezat değil mi? Ölüm karşısında öyle abartılı tepkiler veriyoruz ki sanki biz hiç ölmeyecekmişiz de sadece sevdiklerimiz ölüyormuş gibi.
“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: haberin var mı öleceğinden?” diye yine ne güzel söylemiş Necip Fazıl.
Geçen yıl babamı ebedi hayatına uğurladık. Ölmeden önce ölümle ilgili güzel bir konuşma yaptık onunla. Ona Necip Fazılın ölümle ilgili şiirlerini okudum, ölümün güzelliğini anlattım. Bir kaç gün sonra kollarımdayken uçtu gitti. Kulağına şehadet fısıldadım. İyi adamdı, güzel öldü, Rabbim rahmeti ile muamele eylesin.
Ölüm kelimesi yerine "kaybetttik" kelimesinin kullanılmasını hiç doğru bulmuyorum. "Onu kaybettik" denir mi? Kaybolan falan yok. Sanki ölen belirsizliğe gidiyor. Nereye gittiği belli. Bedenen aramızdan ayrılıyor, gerçek hayatına, ebedi hayatına başlıyor.
Ebedi hayata inanan insanlar olarak ölümle neden barışık değiliz? Dünyaya gelirken dönüş bileti ile birlikte geliyoruz. Üzerindeki yer ve tarih ne ise dönüş o vakit gerçekleşecek. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra. Sonuçta erken ölüm diye bir şey de yok.
Al-i İmran Suresi 156. Ayet-i Kerime de Rabbimiz şöyle buyuruyor.
“Ey iman edenler! Siz, sefere çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman ölen kardeşleri için: “Eğer yanımızda olsalar ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen o kâfirler gibi olmayın. Allah, bu sözlerini onların kalplerinde derin bir hasret (yarası) kılmıştır. Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”
Ne büyük bir uyarı. Ölenler için öyle olmasaydı ölmezdi demeyin kafirler gibi buyruluyor.
Ölümün vakti saati değişmez; fakat kul olarak bizim üzerimize düşen, oturup ölümü beklemek değil. Bir hastalık varsa tedavi olmak, bir tehlike varsa tedbir almak, kendini korumak için yapılması gerekenler varsa yapmak gerek. Ya da ölümde bir kasıt varsa suçluların cezalandırılması lazım. Bunlar ayrı konular. Biz kaderi bilmiyoruz, bize düşen tedbir almaktır.
Sonuçta ölüm olduysa isyan etmemek, kendini acıya bırakmamak, normal hayata dönmek gerekir. Genç ölenlere çok üzülüyoruz fakat biz bize merhameti veren Yaradan'ımızdan daha merhametli olamayız. O öyle takdir etti ise bir hikmeti vardır deyip teslim olmak gerekir.
Ayrıca gidenlere ağlamak yerine ağlayacaksak kendi halimize ağlayalım. O buradaki hesabını kapatmış, biz kendi halimize bakalım. Ölümden ya da ölüden korkmanın bir mantığı yok. Akıllıca olan ölüm sonrasına hazırlanmak. Ölümle barışık olmak zorundayız. Ölüm korkusu kişiyi hayata karşı da korkaklaştırır. Depresyonun, korku ve kaygıların altından da çoğunlukla ölüm korkusu çıkar. Ahiret hayatımız için elimizden geleni yapmak ve Allah'ın rahmetine sığınmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Kapı kapı bu yolun her kapısı ölümse,
Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse! (N.F.Kısakürek)
Rabbim Azrail'i görünce tebessüm eden ve Rabbine gülümseyerek giden kullarından eylesin bizleri.
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var!
Daha on üç yaşlarında ezberlemiştim Necip Fazıl'ın ölüm ile ilgili şiirlerini, Allah ondan razı olsun. Ölümü bu şiirlerle sevdim galiba. Bu yüzden gidenlere pek üzülmüyorum. Ruh hapsolduğu beden hapishanesinden kurtulup Rabbine Allah'ın rahmetine gidiyor.
Gidenlere değil, kalanlara üzülüyorum, kendilerini o kadar harap ediyorlar ki. Sanki hayat orada duruyor. Özellikle kadınlar duygusal oldukları için kendilerini çok zor toparlıyorlar bazen hiç toparlayamıyorlar. Küçük yaşta ya da genç yaşta çocuğunu ebedi hayata gönderen annelerden sorular geliyor bazen. Çocuğun ölümünden sonra kocası ile bütün muhabbetleri bitiyor. Odalarını ayırıyorlar, iletişimleri kesiliyor.
Kadınlar istiyorlar ki eşim beni acıma bıraksın günlerce aylarca hatta senelerce doya doya ağlayayım. Oysa bilmiyor ki uzun süren acı dönemleri bir süre sonra alışkanlığa dönüşür, o da bir süre sonra kişinin ruh sağlığını bozar. Hz Ömer yolda çırpınarak ağlayan bir kadın görür, derdini sorar. Kadının evladı ölmüştür. Hz. Ömer kadına "Evine git saçına bir kına yak da kendine gel." der. Kadınlar kendini acıya bırakmamalı. Allah Rasulü de kadınlara cenazeden üç gün sonra kocaları için süslenmelerini emretmiş. Kadın kendini acıya bırakırsa toparlanması çok zordur. Giyinmek, süslenmek aynada kendini iyi görmek öncelikle kadının kendi ruh hali için iyidir.
Dinimizde taziye süresi üç gündür. Üç günden sonra taziyeye gitmek mekruhtur. Çünkü her gelen acıları yeniler. Cenaze sahibinin normal hayatına dönmesine engel olur.
Bağıra çağıra, saya saya ağlamayı dinimiz yasaklamış. İçinden geliyorsa ( ayıp olmasın diye zoraki ağlayanlar da oluyor) sessiz sessiz gözyaşı döküp üç gün içini temizleyip sonrasında da normal hayata dönmek için gayret göstermek lazım. Sonuçta hepimiz ebedi hayata giden yolda bir yolcuyuz. Ölenin bizden tek farkı, bizden biraz daha önce gitmiş olması sadece. Belki biz de ona çok yakın zamanda kavuşacağız belki de uzak.
Kadere ve ebedi hayata inandığımızı iddia edip sonra da ölümden korkmak ya da ölenlere çok üzülmek biraz tezat değil mi? Ölüm karşısında öyle abartılı tepkiler veriyoruz ki sanki biz hiç ölmeyecekmişiz de sadece sevdiklerimiz ölüyormuş gibi.
“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: haberin var mı öleceğinden?” diye yine ne güzel söylemiş Necip Fazıl.
Geçen yıl babamı ebedi hayatına uğurladık. Ölmeden önce ölümle ilgili güzel bir konuşma yaptık onunla. Ona Necip Fazılın ölümle ilgili şiirlerini okudum, ölümün güzelliğini anlattım. Bir kaç gün sonra kollarımdayken uçtu gitti. Kulağına şehadet fısıldadım. İyi adamdı, güzel öldü, Rabbim rahmeti ile muamele eylesin.
Ölüm kelimesi yerine "kaybetttik" kelimesinin kullanılmasını hiç doğru bulmuyorum. "Onu kaybettik" denir mi? Kaybolan falan yok. Sanki ölen belirsizliğe gidiyor. Nereye gittiği belli. Bedenen aramızdan ayrılıyor, gerçek hayatına, ebedi hayatına başlıyor.
Ebedi hayata inanan insanlar olarak ölümle neden barışık değiliz? Dünyaya gelirken dönüş bileti ile birlikte geliyoruz. Üzerindeki yer ve tarih ne ise dönüş o vakit gerçekleşecek. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra. Sonuçta erken ölüm diye bir şey de yok.
Al-i İmran Suresi 156. Ayet-i Kerime de Rabbimiz şöyle buyuruyor.
“Ey iman edenler! Siz, sefere çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman ölen kardeşleri için: “Eğer yanımızda olsalar ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen o kâfirler gibi olmayın. Allah, bu sözlerini onların kalplerinde derin bir hasret (yarası) kılmıştır. Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”
Ne büyük bir uyarı. Ölenler için öyle olmasaydı ölmezdi demeyin kafirler gibi buyruluyor.
Ölümün vakti saati değişmez; fakat kul olarak bizim üzerimize düşen, oturup ölümü beklemek değil. Bir hastalık varsa tedavi olmak, bir tehlike varsa tedbir almak, kendini korumak için yapılması gerekenler varsa yapmak gerek. Ya da ölümde bir kasıt varsa suçluların cezalandırılması lazım. Bunlar ayrı konular. Biz kaderi bilmiyoruz, bize düşen tedbir almaktır.
Sonuçta ölüm olduysa isyan etmemek, kendini acıya bırakmamak, normal hayata dönmek gerekir. Genç ölenlere çok üzülüyoruz fakat biz bize merhameti veren Yaradan'ımızdan daha merhametli olamayız. O öyle takdir etti ise bir hikmeti vardır deyip teslim olmak gerekir.
Ayrıca gidenlere ağlamak yerine ağlayacaksak kendi halimize ağlayalım. O buradaki hesabını kapatmış, biz kendi halimize bakalım. Ölümden ya da ölüden korkmanın bir mantığı yok. Akıllıca olan ölüm sonrasına hazırlanmak. Ölümle barışık olmak zorundayız. Ölüm korkusu kişiyi hayata karşı da korkaklaştırır. Depresyonun, korku ve kaygıların altından da çoğunlukla ölüm korkusu çıkar. Ahiret hayatımız için elimizden geleni yapmak ve Allah'ın rahmetine sığınmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Kapı kapı bu yolun her kapısı ölümse,
Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse! (N.F.Kısakürek)
Rabbim Azrail'i görünce tebessüm eden ve Rabbine gülümseyerek giden kullarından eylesin bizleri.
6 Yorum Yorum Yaz