Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları (3)
- 25-09-2017
- KATEGORİ Haberler
- YAZAR Sema Maraşlı
Cinsiyet canlılar âleminin temel kategorilerinden biridir. Canlılar dünyasının neredeyse %99’undan fazlasında eril ve dişi olmak üzere iki cinsiyet bulunmaktadır.
Cinsiyet canlı yaşamın öylesine değişmez bir kategorisidir ki, erillik ve dişilik konuşulan dilin de bir parçası olmuştur.
Pek çok dilde eril ve dişil (müzekker ve müennes) sözcükler bulunmaktadır. Canlıların eril ve dişil olarak tanımlanması cinsiyetler arası farklılıkları fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin temel araştırma konularından biri haline getirmiştir.
Bugüne kadar canlıların cinsiyet temelinde davranış farklılıklarını inceleyen (farklı bilimsel disiplinlerden) sayılamayacak kadar çok araştırma yapılmıştır. Biyolojik ve fizyolojik farklılığa işaret eden cinsiyetin gerek insan, gerekse hayvan davranışlarında farklılığa yol açması doğaldır.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan feminist hareketlerin etkisiyle bu farklılığın kadının aleyhine erkek egemen iktidar tarafından kurgulandığı iddiası, kadın ve erkekler arasındaki farklılıklara ilişkin tartışmaya bambaşka bir boyut kazandırmıştır.
Erkek ve kadın arasındaki farklılıkları vurgulayan araştırma ve söylemler “farklılık” temelinde değil, “ayrımcılık” temelinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar pek çok gelişmiş Batılı ülkede bile kadınların erkeklerden daha aşağı bir sınıf olarak algılanması ve bu algının sosyal yaşama yansımaları söz konusudur.
Kadınların seçme ve seçilme haklarının olmaması, eğitim hakkından mahrum bırakılmaları vb. uygulamalar “erkeklerin egemen olduğu” bir dünya algısının pekişmesini beraberinde getirmiştir.
Feminist hareketler böylesi bir “erkek egemen” dünyaya/iktidara başkaldırmış ve kadın haklarının savunusunu üstlenmişlerdir. İnsanlar arasındaki her farklılığın, bir ayrımcılık ve haksızlık enstrümanına dönüşmesi mümkündür.
Irklar arasındaki farklılıklar, uzun yıllar insanlar arasındaki eşitsizliğin ve zulmün bir gerekçesi sayılmıştır. Aynı şekilde özürlüler, uzun yıllar boyunca öjenizm tarafından toplumdan ayıklanması gereken virüs/yük gibi algılanmıştır.
Hatta pek çok ülke yakın zamanlara kadar öjenik kanunları yürürlükte tutmuştur. Kısacası insanoğlu ırk gibi, özürlü/engelli olup olmamak gibi doğal farklılıkları bir ayrımcılık gerekçesine dönüştürmüştür.
Cinsiyetten gelen farklılıklarımız da yakın zamanlara kadar ayrımcılığın bir aracı olmuştur. Bu doğal/doğuştan gelen farklılıklar bir ırkın başka bir ırkı, bir toplumsal sınıfın bir başka sınıfı sömürmesine hizmet edecek şekilde kullanılmıştır.
Bugün Bugün gelinen noktada kadın-erkek eşitliği söylemi, kendine, uygulama ve pratik içinden pek çok haklı gerekçe bulabilmektedir. Kadınlara karşı yapılan ayrımcılık ve haksızlıklar devam etmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta tartışmanın hala “cinsiyet temelli ayrımcılık” ekseninde devam ediyor oluşudur.
Hâlbuki birbirine benzer iki tartışma konusu bulunmaktadır; cinsiyetler arası farklılık ve cinsiyet temelli ayrımcılık. Bu iki tartışma alanı arasındaki sınırın belirsizleşmesi pek çok sorunu beraberinde getirmektedir.
“Eşitlik” sloganı çevresinde toplanan kadın hareketleri cinsiyetten kaynaklanan farklılıklara işaret edilmesinden rahatsızlık duymakta ve bunu “yumuşatılmış ayrımcılık” olarak görmektedirler.
Bugün uzmanlar arasındaki yaygın görüşe göre cinsiyet (sex) doğuştan getirilen biyolojik/fizyolojik farklılıklara işaret etmektedir. Cinsiyete dayalı sosyal roller (toplumsal cinsiyet/gender) ise toplum tarafından inşa edilmektedir.
Toplumsal cinsiyet kuramcılarına göre, cinsiyete dayalı roller, içinde bulunulan kültür tarafından şekillendirilmektedir. Bazı kültürler toplumsal cinsiyet ayrımcılığını pekiştirecek bir biçimde cinsiyet rollerini topluma aktarmaktadır. Dolayısıyla bu algıyı pekiştiren her değer sistemi değiştirilmelidir.
Burada aşağıdaki soruların çok dikkatli bir şekilde cevaplandırılması gerekmektedir:
• Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farklılığının insan psikolojisine, bireyin davranışlarına ve sosyal yaşamına yansıması mümkün müdür?
• Kadın ve erkeğin cinsiyet farklılıklarının toplumsal cinsiyet algısına yansımaması mümkün müdür?
•Toplumsal cinsiyet algısındaki farklılık, kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyet ayrımcılığını doğurur mu?
• Cinsiyetten gelen farklılıklar, toplumsal cinsiyet algısında nasıl sıfırlanacaktır?
• Cinsiyetten gelen farklılıkların cinsiyet rollerinde bir farklılaşmaya yol açmayacak bir biçimde kurgulanması ne kadar mümkündür?
Bu sorular bizi, bir başka temel tartışmaya; toplumsal cinsiyet konusunun bilimsel mi yoksa politik bir konu mu olduğu tartışmasına götürmektedir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (TCE), modern dünyanın/küresel kültürel-bilimsel sistemin kadının erkek karşısındaki dezavantajlı konumunu ortadan kaldırmak ve kadın-erkek eşitliğini sağlamak için öne sürdüğü temel bir kavramdır.
TCE kavramı günümüz dünyasında hükümetler ve politikalar üstü bir uygulama alanı olarak görülmektedir. Pek çok uluslararası belge ve uluslararası kurumsal mekanizma, ülkeleri TCE politikalarını uygulama yükümlüğü altına sokmakta ve TCE göstergeleri gelişmişlik göstergeleri arasında kabul edilmektedir.
Ülkemizde Cumhuriyetin kurulduğu tarihten itibaren Batılı algıyla uyumlu olarak kadın ve aile politikaları üretildiğini söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda buna TCE adı altında ağırlık ve hız verildiğini gözlemliyoruz.
Bu nedenle “Kurtarıcı”1 bir politika olarak görülen ve ana plan ve politika metinlerine giren ve ülkemizde özel bir önem verilen TCE’ye ilişkin eleştirel bir analizinin yapılması büyük önem taşıyor.
Ne var ki, bizim araştırmalarımıza göre Türkiye’de toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı politika gibi kavramları eleştirel bir perspektifle değerlendiren bir çalışma bulunmamaktadır.
Dolayısıyla Aile Akademisi Derneği olarak, çok konuşulan bir konuya nerdeyse söz konusu edilmeyen bir perspektiften bakmaya çalıştığımız bu çalışmanın, önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz.
“Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile" kitabından.
(İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye) SEKAM yayınları
Cinsiyet canlı yaşamın öylesine değişmez bir kategorisidir ki, erillik ve dişilik konuşulan dilin de bir parçası olmuştur.
Pek çok dilde eril ve dişil (müzekker ve müennes) sözcükler bulunmaktadır. Canlıların eril ve dişil olarak tanımlanması cinsiyetler arası farklılıkları fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin temel araştırma konularından biri haline getirmiştir.
Bugüne kadar canlıların cinsiyet temelinde davranış farklılıklarını inceleyen (farklı bilimsel disiplinlerden) sayılamayacak kadar çok araştırma yapılmıştır. Biyolojik ve fizyolojik farklılığa işaret eden cinsiyetin gerek insan, gerekse hayvan davranışlarında farklılığa yol açması doğaldır.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan feminist hareketlerin etkisiyle bu farklılığın kadının aleyhine erkek egemen iktidar tarafından kurgulandığı iddiası, kadın ve erkekler arasındaki farklılıklara ilişkin tartışmaya bambaşka bir boyut kazandırmıştır.
Erkek ve kadın arasındaki farklılıkları vurgulayan araştırma ve söylemler “farklılık” temelinde değil, “ayrımcılık” temelinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar pek çok gelişmiş Batılı ülkede bile kadınların erkeklerden daha aşağı bir sınıf olarak algılanması ve bu algının sosyal yaşama yansımaları söz konusudur.
Kadınların seçme ve seçilme haklarının olmaması, eğitim hakkından mahrum bırakılmaları vb. uygulamalar “erkeklerin egemen olduğu” bir dünya algısının pekişmesini beraberinde getirmiştir.
Feminist hareketler böylesi bir “erkek egemen” dünyaya/iktidara başkaldırmış ve kadın haklarının savunusunu üstlenmişlerdir. İnsanlar arasındaki her farklılığın, bir ayrımcılık ve haksızlık enstrümanına dönüşmesi mümkündür.
Irklar arasındaki farklılıklar, uzun yıllar insanlar arasındaki eşitsizliğin ve zulmün bir gerekçesi sayılmıştır. Aynı şekilde özürlüler, uzun yıllar boyunca öjenizm tarafından toplumdan ayıklanması gereken virüs/yük gibi algılanmıştır.
Hatta pek çok ülke yakın zamanlara kadar öjenik kanunları yürürlükte tutmuştur. Kısacası insanoğlu ırk gibi, özürlü/engelli olup olmamak gibi doğal farklılıkları bir ayrımcılık gerekçesine dönüştürmüştür.
Cinsiyetten gelen farklılıklarımız da yakın zamanlara kadar ayrımcılığın bir aracı olmuştur. Bu doğal/doğuştan gelen farklılıklar bir ırkın başka bir ırkı, bir toplumsal sınıfın bir başka sınıfı sömürmesine hizmet edecek şekilde kullanılmıştır.
Bugün Bugün gelinen noktada kadın-erkek eşitliği söylemi, kendine, uygulama ve pratik içinden pek çok haklı gerekçe bulabilmektedir. Kadınlara karşı yapılan ayrımcılık ve haksızlıklar devam etmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta tartışmanın hala “cinsiyet temelli ayrımcılık” ekseninde devam ediyor oluşudur.
Hâlbuki birbirine benzer iki tartışma konusu bulunmaktadır; cinsiyetler arası farklılık ve cinsiyet temelli ayrımcılık. Bu iki tartışma alanı arasındaki sınırın belirsizleşmesi pek çok sorunu beraberinde getirmektedir.
“Eşitlik” sloganı çevresinde toplanan kadın hareketleri cinsiyetten kaynaklanan farklılıklara işaret edilmesinden rahatsızlık duymakta ve bunu “yumuşatılmış ayrımcılık” olarak görmektedirler.
Bugün uzmanlar arasındaki yaygın görüşe göre cinsiyet (sex) doğuştan getirilen biyolojik/fizyolojik farklılıklara işaret etmektedir. Cinsiyete dayalı sosyal roller (toplumsal cinsiyet/gender) ise toplum tarafından inşa edilmektedir.
Toplumsal cinsiyet kuramcılarına göre, cinsiyete dayalı roller, içinde bulunulan kültür tarafından şekillendirilmektedir. Bazı kültürler toplumsal cinsiyet ayrımcılığını pekiştirecek bir biçimde cinsiyet rollerini topluma aktarmaktadır. Dolayısıyla bu algıyı pekiştiren her değer sistemi değiştirilmelidir.
Burada aşağıdaki soruların çok dikkatli bir şekilde cevaplandırılması gerekmektedir:
• Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farklılığının insan psikolojisine, bireyin davranışlarına ve sosyal yaşamına yansıması mümkün müdür?
• Kadın ve erkeğin cinsiyet farklılıklarının toplumsal cinsiyet algısına yansımaması mümkün müdür?
•Toplumsal cinsiyet algısındaki farklılık, kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyet ayrımcılığını doğurur mu?
• Cinsiyetten gelen farklılıklar, toplumsal cinsiyet algısında nasıl sıfırlanacaktır?
• Cinsiyetten gelen farklılıkların cinsiyet rollerinde bir farklılaşmaya yol açmayacak bir biçimde kurgulanması ne kadar mümkündür?
Bu sorular bizi, bir başka temel tartışmaya; toplumsal cinsiyet konusunun bilimsel mi yoksa politik bir konu mu olduğu tartışmasına götürmektedir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (TCE), modern dünyanın/küresel kültürel-bilimsel sistemin kadının erkek karşısındaki dezavantajlı konumunu ortadan kaldırmak ve kadın-erkek eşitliğini sağlamak için öne sürdüğü temel bir kavramdır.
TCE kavramı günümüz dünyasında hükümetler ve politikalar üstü bir uygulama alanı olarak görülmektedir. Pek çok uluslararası belge ve uluslararası kurumsal mekanizma, ülkeleri TCE politikalarını uygulama yükümlüğü altına sokmakta ve TCE göstergeleri gelişmişlik göstergeleri arasında kabul edilmektedir.
Ülkemizde Cumhuriyetin kurulduğu tarihten itibaren Batılı algıyla uyumlu olarak kadın ve aile politikaları üretildiğini söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda buna TCE adı altında ağırlık ve hız verildiğini gözlemliyoruz.
Bu nedenle “Kurtarıcı”1 bir politika olarak görülen ve ana plan ve politika metinlerine giren ve ülkemizde özel bir önem verilen TCE’ye ilişkin eleştirel bir analizinin yapılması büyük önem taşıyor.
Ne var ki, bizim araştırmalarımıza göre Türkiye’de toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı politika gibi kavramları eleştirel bir perspektifle değerlendiren bir çalışma bulunmamaktadır.
Dolayısıyla Aile Akademisi Derneği olarak, çok konuşulan bir konuya nerdeyse söz konusu edilmeyen bir perspektiften bakmaya çalıştığımız bu çalışmanın, önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz.
“Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile" kitabından.
(İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye) SEKAM yayınları
0 Yorum Yorum Yaz