Hacı Amcanın Evi
- 18-09-2016
- KATEGORİ Gonca Anıl
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Geçen yıl şehir merkezine yakın bir köyde, bahçeli kiralık bir ev bakıyorduk. O evi de “sahipleri çok iyidir, yeni hacıdan geldi,” diyerek karşı komşuları tavsiye etmişti.
Evin bahçesini görür görmez çok beğendim. Beğenilmeyecek gibi değildi… Yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler içinde çocuklarımın özgürce koştuğunu, birlikte oyunlar oynadığımızı hayal etmeye başladım bile. Evin sahibi Hacı amca üst katta oturuyormuş, asıl evleri buraya 15 dakika uzaklıkta olan şehir merkezindeymiş de bazen orada bazen burada kalıyorlarmış.
Evi gezmek üzere içeriye girdik. Güzel bahçesinden dolayı evin kredisi bende epeyce yüksekti. Yoksa biraz sonra anlatacağım manzaraya çok olumlu bakabilmek sanırım mümkün değil. Eşim daha ilk anda olumsuz görüşünü bana gözleriyle hissettirmişti de merakımı bildiğinden evi gezmeyi kabul etti.
Tabii, hacıdan yeni gelmiş, şu ana kadar öğrendiklerimden en az 3 evi olduğunu bildiğim zengin bir Hacı amcanın evi için ne kadar kötüsünü bekler ki insan? En fazla küçük olur, ya da ne bileyim dolapları eskidir, sonuçta burada ailenin yaşayacağı belli değil mi?
Önce salon, sonra oturma odasına girdik. Yerdeki kırık ve eski yer tahtalarını görünce, “Hacı amca bu tahtaları değiştirmeyecek misiniz,” diye sormadan edemedim. ”Üst tarafa yeni kalorifer yaptırdık, çok masraf ettik, mümkün değil,” dedi. Burası sobalı bu arada. Bu odalar güneş gördüğü için kolay ısınırmış.
Hâlâ pozitif duygularımla bahçede çocukların koşturduğunu hayal ederek, bu yıllanmış tahtalı ama kolay ısınacak iki odadan çıktım. Mutfağı aradı gözlerim, aramakta haksız da sayılmazlar… Ortada mutfak yok. Neyse ki Hacı amca gösterdi de koridorun küçük bir köşesine sıkıştırdığı küçük bir dolap ve mini tezgâhı görebildim. Buraya ocak, buraya bulaşık makinesi… diye zihnimde mutfağa demirbaşları sığdırmaya çalışırken, tezgahın altında üstünde, etrafında yer kalmadı. “Hacı amca ben salatayı nerede yapacağım?” dedim. Yapacak bir yer bulunur, dedi, ocağın üzerinde yaparsın.
Hımmm, olmayacak şey değil, nolcak yapıp da yiyeceğimiz iki tabak yemek değil mi, dışarıdaki bahçeyi düşün Gonca…, diye kendimi teskin etmeye çalışırken, eşimin sessiz duruşunun anlamını ve “burası bize ev olmaz” bakışını çok sonra fark edebilecektim. Hâlâ bu evde yaşayabileceğimize ümitvar heyecanımla yatak odası olarak gösterdiği yere yöneldim. Odaya girer girmez, “Eski kiracılar buzdolabını buraya koyuyordu” diye duvar dibini gösterince, mutfağı yerleştirirken buzdolabını unuttuğumu fark ettim. Hoş, unutmakla çok iyi etmişim, yer yoktu zaten.
Öyle takımım bozulmasın, herşey yerli yerinde olsun takıntılarım, lüks düşkünlüğüm, olmazsa olmazlarım yoktur. Aman mutlu olalım da, yatak odasında buzdolabına da razıyım… Hatta odanın penceresine bile takılmadım, üstte tavana yakın ve belki bir kümes penceresinden daha küçüktü. Olsun, varsın… karanlık bir odada daha iyi uyunur zaten, diye hâlâ pozitif kalmaya çalışıyorken, yatak odasının bir duvarının olmadığını, yan depoya bakan kısmının suntayla ayrılmış olduğunu fark ettim.
Bu kadar da olmaz, abartıyorsun, cümlelerinizi duyar gibiyim. Yok, gerçekten, ufacık da olsa abartı yok. Keşke bunlar gerçek değil bir kamera şakası ya da sadece bir fıkra olsaydı da oturup hep birlikte gülebilseydik.
“Sorun değil, gerekirse buzdolabı yatak odasına konulur da Hacı amca buraya neden duvar yaptırmıyorsunuz,” diyebildim bahçenin tesirini yitirmiş bir ses tonuyla, artık pozitifliğimin son damlasını da tüketen bu manzara karşısında… Yatak odasının en az 5 katı büyüklüğünde olan yandaki depoya kendileri çok kıymetli eşyalarını korumaya alıyorlardı da bu odada kalacak karı kocanın özel hayatına kıymet verilmemesine çok içerledim. Ne o suntayla odayı evi ısıtmak mümkün, ne biraz itmeyle kırılacak bir paravanla o odada huzur içinde uyumak. Buranın duvarının olmayışının nedeninin sadece yukarısı için yapılan ısınma yatırımı olmadığı apaçık ortadaydı.
Banyo tuvaletin içler acısı halini anlatıp da kimseleri daha fazla sinir etmeye niyetim yok. Ağaçla çiçek böcekle kaplı olan ön bahçenin kiracıya ait olduğunu, ekip diktikleri arka bahçeye geçmenin yasak olduğunu söylemek de çok zor ama gerçek.
Evet, eşimin daha evi gezmeden verdiği karar doğruydu. Burada yaşayamazdık, çünkü buraya ev bile denilemezdi. Öyle laminat parkeler, ankastre mutfaklar, jakuzili banyolar hayalinde olduğumdan değil. Salatayı ocağın üstünde de yapardım, kırık tahtaların üstüne bir halı sererdim, yiyecekleri alıp koymak için yatak odasını aşındırırdım… Kaloriferli evde büyümedik, yine sobayla ısınabilirdik de… bu yaşadığımız hikayenin kocaman bir DE’si vardı. O DE ev sahibinde gizli.
Üçüncü evinde sıcacık oturmak için ettiği masraf yüzünden, aşağıda kiracı ister donsun, ister aç kalsın, çocuklarının ayağı tahtalara sıkışsın, onun nazarında bir önemi yok. Kendi huzur içinde uyusun da aşağıdaki karı koca onun deposunun bir parçası gibi kendini değersiz hissetsin, huzursuz hissetsin onun da önemi yok. Nihayetinde bu bir ticaret, nasıl olsa bu şartlarla da olsa bu eve muhtaç biri gelip oturacak.
Hacı amca da cebine giren parayı kâr sayacak.
Maalesef bu eve muhtaç olmamak, bu amcayı bir daha görmeyecek olmak içimi hiç rahatlatmadı.
Daha fazla konuşmak da Zenginin malı’nın yorgunluğuna dönüşecek. Sözün bittiği yerde susmak en güzeli sanırım.
Peygamber Efendimiz(sav)’in “Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir,” sözünü sadece Türkçe derslerinde kompozisyon konusu olmaktan çıkartmalı artık, ne dersiniz? Belki o zaman bireysel ibadetlerimiz toplumsal iyiliklerimize perde çekmez, maddi varlığımız ve bencilliğimiz kimseleri incitmez.
Evin bahçesini görür görmez çok beğendim. Beğenilmeyecek gibi değildi… Yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler içinde çocuklarımın özgürce koştuğunu, birlikte oyunlar oynadığımızı hayal etmeye başladım bile. Evin sahibi Hacı amca üst katta oturuyormuş, asıl evleri buraya 15 dakika uzaklıkta olan şehir merkezindeymiş de bazen orada bazen burada kalıyorlarmış.
Evi gezmek üzere içeriye girdik. Güzel bahçesinden dolayı evin kredisi bende epeyce yüksekti. Yoksa biraz sonra anlatacağım manzaraya çok olumlu bakabilmek sanırım mümkün değil. Eşim daha ilk anda olumsuz görüşünü bana gözleriyle hissettirmişti de merakımı bildiğinden evi gezmeyi kabul etti.
Tabii, hacıdan yeni gelmiş, şu ana kadar öğrendiklerimden en az 3 evi olduğunu bildiğim zengin bir Hacı amcanın evi için ne kadar kötüsünü bekler ki insan? En fazla küçük olur, ya da ne bileyim dolapları eskidir, sonuçta burada ailenin yaşayacağı belli değil mi?
Önce salon, sonra oturma odasına girdik. Yerdeki kırık ve eski yer tahtalarını görünce, “Hacı amca bu tahtaları değiştirmeyecek misiniz,” diye sormadan edemedim. ”Üst tarafa yeni kalorifer yaptırdık, çok masraf ettik, mümkün değil,” dedi. Burası sobalı bu arada. Bu odalar güneş gördüğü için kolay ısınırmış.
Hâlâ pozitif duygularımla bahçede çocukların koşturduğunu hayal ederek, bu yıllanmış tahtalı ama kolay ısınacak iki odadan çıktım. Mutfağı aradı gözlerim, aramakta haksız da sayılmazlar… Ortada mutfak yok. Neyse ki Hacı amca gösterdi de koridorun küçük bir köşesine sıkıştırdığı küçük bir dolap ve mini tezgâhı görebildim. Buraya ocak, buraya bulaşık makinesi… diye zihnimde mutfağa demirbaşları sığdırmaya çalışırken, tezgahın altında üstünde, etrafında yer kalmadı. “Hacı amca ben salatayı nerede yapacağım?” dedim. Yapacak bir yer bulunur, dedi, ocağın üzerinde yaparsın.
Hımmm, olmayacak şey değil, nolcak yapıp da yiyeceğimiz iki tabak yemek değil mi, dışarıdaki bahçeyi düşün Gonca…, diye kendimi teskin etmeye çalışırken, eşimin sessiz duruşunun anlamını ve “burası bize ev olmaz” bakışını çok sonra fark edebilecektim. Hâlâ bu evde yaşayabileceğimize ümitvar heyecanımla yatak odası olarak gösterdiği yere yöneldim. Odaya girer girmez, “Eski kiracılar buzdolabını buraya koyuyordu” diye duvar dibini gösterince, mutfağı yerleştirirken buzdolabını unuttuğumu fark ettim. Hoş, unutmakla çok iyi etmişim, yer yoktu zaten.
Öyle takımım bozulmasın, herşey yerli yerinde olsun takıntılarım, lüks düşkünlüğüm, olmazsa olmazlarım yoktur. Aman mutlu olalım da, yatak odasında buzdolabına da razıyım… Hatta odanın penceresine bile takılmadım, üstte tavana yakın ve belki bir kümes penceresinden daha küçüktü. Olsun, varsın… karanlık bir odada daha iyi uyunur zaten, diye hâlâ pozitif kalmaya çalışıyorken, yatak odasının bir duvarının olmadığını, yan depoya bakan kısmının suntayla ayrılmış olduğunu fark ettim.
Bu kadar da olmaz, abartıyorsun, cümlelerinizi duyar gibiyim. Yok, gerçekten, ufacık da olsa abartı yok. Keşke bunlar gerçek değil bir kamera şakası ya da sadece bir fıkra olsaydı da oturup hep birlikte gülebilseydik.
“Sorun değil, gerekirse buzdolabı yatak odasına konulur da Hacı amca buraya neden duvar yaptırmıyorsunuz,” diyebildim bahçenin tesirini yitirmiş bir ses tonuyla, artık pozitifliğimin son damlasını da tüketen bu manzara karşısında… Yatak odasının en az 5 katı büyüklüğünde olan yandaki depoya kendileri çok kıymetli eşyalarını korumaya alıyorlardı da bu odada kalacak karı kocanın özel hayatına kıymet verilmemesine çok içerledim. Ne o suntayla odayı evi ısıtmak mümkün, ne biraz itmeyle kırılacak bir paravanla o odada huzur içinde uyumak. Buranın duvarının olmayışının nedeninin sadece yukarısı için yapılan ısınma yatırımı olmadığı apaçık ortadaydı.
Banyo tuvaletin içler acısı halini anlatıp da kimseleri daha fazla sinir etmeye niyetim yok. Ağaçla çiçek böcekle kaplı olan ön bahçenin kiracıya ait olduğunu, ekip diktikleri arka bahçeye geçmenin yasak olduğunu söylemek de çok zor ama gerçek.
Evet, eşimin daha evi gezmeden verdiği karar doğruydu. Burada yaşayamazdık, çünkü buraya ev bile denilemezdi. Öyle laminat parkeler, ankastre mutfaklar, jakuzili banyolar hayalinde olduğumdan değil. Salatayı ocağın üstünde de yapardım, kırık tahtaların üstüne bir halı sererdim, yiyecekleri alıp koymak için yatak odasını aşındırırdım… Kaloriferli evde büyümedik, yine sobayla ısınabilirdik de… bu yaşadığımız hikayenin kocaman bir DE’si vardı. O DE ev sahibinde gizli.
Üçüncü evinde sıcacık oturmak için ettiği masraf yüzünden, aşağıda kiracı ister donsun, ister aç kalsın, çocuklarının ayağı tahtalara sıkışsın, onun nazarında bir önemi yok. Kendi huzur içinde uyusun da aşağıdaki karı koca onun deposunun bir parçası gibi kendini değersiz hissetsin, huzursuz hissetsin onun da önemi yok. Nihayetinde bu bir ticaret, nasıl olsa bu şartlarla da olsa bu eve muhtaç biri gelip oturacak.
Hacı amca da cebine giren parayı kâr sayacak.
Maalesef bu eve muhtaç olmamak, bu amcayı bir daha görmeyecek olmak içimi hiç rahatlatmadı.
Daha fazla konuşmak da Zenginin malı’nın yorgunluğuna dönüşecek. Sözün bittiği yerde susmak en güzeli sanırım.
Peygamber Efendimiz(sav)’in “Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir,” sözünü sadece Türkçe derslerinde kompozisyon konusu olmaktan çıkartmalı artık, ne dersiniz? Belki o zaman bireysel ibadetlerimiz toplumsal iyiliklerimize perde çekmez, maddi varlığımız ve bencilliğimiz kimseleri incitmez.
3 Yorum Yorum Yaz