Allah Robot İstemez
- 11-07-2016
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
"Öfke bir histir, yokedilmeye çalışılmaz. Öfkelenince vurmak, kötü laflar etmek eylemdir ve rehberliğe ihtiyaç duyar." Tuğba Akbey İnan, Çocuklar Anneleri Büyütür'den.
Bediüzzaman'ın, Risalemetinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini ' tarif ettiği biryer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: " Şeref,i'câz ıKur'ân ' a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâderim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü;yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir ' ile' iltizam değil, iz' andır' a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat' taki' dimağdaki meratip ' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: " Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz' anoluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. " Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, uygun görürse onaylar, sonra kalbin de bu onaya katılır, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Davranışın ve imanın birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleride ifade eden Bediüzzaman der ki:" İtik adın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâliz'andan; tasdikt eniltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir."Anladığımca izah edersem:
Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yan etkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde ( hayal etme aşamasında) takılma safsataya götürür insanı. İltizama ( gereğini yapma aşamasına ) hızlı geçişise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) veiz' an ( kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir/ anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkiside ' anlamak' manasına yakıniz' an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz' de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte,28.Mektup'ta " Sözler tasavvur değil, tasdiktir.(...) İltizam değil, iz'andır... " derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid -i kâmilin öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığınıda işaretler bence: Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz' anıda olsun. Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terk etmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer deneyi / neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir.Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz' ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: " Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce " Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin ! " buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Melekler robot değil. Allah robot istemiyor.Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, içlerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir. Bu kıssayı ne zaman okusam kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun buyurduklarını. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: 'Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu,iltizamla yetinmeyin' diyorsun."
Yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, 'O dedi' diye kabul etmemizi istemiyor, bir de aciz kullarına tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan böyle güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!" Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun. Zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla 'bu yolda melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi' bize ihtar edenlerden birisi de odur.
Bediüzzaman'ın, Risalemetinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini ' tarif ettiği biryer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: " Şeref,i'câz ıKur'ân ' a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâderim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü;yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir ' ile' iltizam değil, iz' andır' a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat' taki' dimağdaki meratip ' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: " Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz' anoluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. " Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, uygun görürse onaylar, sonra kalbin de bu onaya katılır, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Davranışın ve imanın birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleride ifade eden Bediüzzaman der ki:" İtik adın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâliz'andan; tasdikt eniltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir."Anladığımca izah edersem:
Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yan etkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde ( hayal etme aşamasında) takılma safsataya götürür insanı. İltizama ( gereğini yapma aşamasına ) hızlı geçişise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) veiz' an ( kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir/ anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkiside ' anlamak' manasına yakıniz' an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz' de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte,28.Mektup'ta " Sözler tasavvur değil, tasdiktir.(...) İltizam değil, iz'andır... " derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid -i kâmilin öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığınıda işaretler bence: Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz' anıda olsun. Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terk etmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer deneyi / neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir.Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz' ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: " Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce " Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin ! " buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Melekler robot değil. Allah robot istemiyor.Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, içlerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir. Bu kıssayı ne zaman okusam kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun buyurduklarını. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: 'Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu,iltizamla yetinmeyin' diyorsun."
Yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, 'O dedi' diye kabul etmemizi istemiyor, bir de aciz kullarına tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan böyle güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!" Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun. Zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla 'bu yolda melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi' bize ihtar edenlerden birisi de odur.
1 Yorum Yorum Yaz