Tutunanlar, Tutunamayanlar’ı ne anlar?
- 22-04-2013
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Tutunamayanlar, bana, öncelikle Oğuz Atay’ın edebî metinlere ve sisteme dair bir eleştirisi gibi geliyor. Evet, bence Tutunamayanlar bir roman olmasıyla birlikte çok sıkı bir edebî eleştiri... Selim ve Turgut karakterleri üzerinden “anlatılmaya değer bulunana” ve “anlatım tarzına” dair yapılan bir sorgulama... Neden mi böyle söylüyorum? Bunu bana romanın ta ismiyle birlikte başlayan yolculuğum söyletiyor.
Şöyle düşünmenizi istirham edeceğim, haddim olmayarak: Normalde bir romanda kurgulanmaya, yazılmaya değer bulunan nedir? Sıradışı öyküler öyle değil mi? Ve mesela tarih dahi hep böyle sıradışı şeyler başarmış insanların etrafında kurgulanmıştır. Osmanlı tarihini ele alalım örneğin... Osmanlı tarihi aslında neyin tarihidir? Bence düpedüz padişahların tarihidir. Halk ne söylemiştir, ne yemiştir yazmaz onlarda. Varsa yoksa devlet, padişahlar, uygulamalar, ıslahatlar, fetihler... Bölümlendirmeleri bile böyledir: I. Selim dönemi, II. Selim dönemi, I. Süleyman dönemi ila ahir.
Hal böyle olunca edebî olanın ve haklarında edebî metinler oluşturulmaya değer bulunanların yalnızca “başaranlar”dan olduğunu söylesek herhalde bu boş kelam sayılmaz. Okuduğumuz metinler ve romanlar hep başaranların hikayesidir. Hep onlar yazılmıştır. Hep onlar anlatılmıştır. Ve hiçkimse “Tutunamayanlar”la ilgilenmemiştir.
Bu yönüyle Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”da önce bunun eleştirisini geliştirdiğini söyleyebiliriz. Tutunanlardan ve başaranlardan ziyade hiçbir şey elde edememiş, hiçbir başarıya ulaşamamış, hayatla kaynaşamamış karakterler üzerinden bir anlatım geliştirdiğini ve arkaplanda kalan bu insanların nasıl bir dünyaya, nasıl bir fikrî zenginliğe sahip olduklarını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.
Bizim belki Turgut karakterinde olduğu gibi “deli” dediğimiz, yahut Selim karakterinde olduğu gibi “zavallı” bulduğumuz insanlar; aslında bilinen tarihin arkaplanında başka bir tarih, başka bir roman yazmaktadırlar. Onların da görülmek istenmeyen ve hatta dışlanan öyküleri vardır. Edebiyat dünyasının bu insanlara yaptığı düpedüz haksızlıktır.
Evet, Oğuz Atay’ın daha kitabının isminden başlayarak edebiyata böyle bir eleştiri getirmesi boş değil. Ve nitekim; kitabın içerisindeki tarihsel anlatımlar ve anlatılar da bu eleştirinin uzantıları gibidir. İlk bölümlerde yazarın tamamen hayalinden kurguladığı Selim’e ait şiirlerin hikayeleri ve açıklamaları, bu anlatımın en açık örneğidir. Öyküleme açısından bizim tarih anlatımımıza benzeyen bu metinler, bir yönüyle bakınca bilinenden çok ötede dursa da, diğer yandan “Yahu bizim okuduklarımız da böyle şeyler değil mi? Nihayetinde biz de tarihî olayları birebir yaşayıp görmedik. En nihayetinde hepsi yazılmış ve okunmuş metinlerden ibaret... Belki de yazarın söyledikleri doğrudur!” cümlesini nihilizme yaklaşan bir çizgide söylettiriyor. Bilgileri kabul edişimizin tekdüzeliği ve basitliği; “Şu an ders kitaplarımızda yazılanların tam tersini okumuş olsaydık, onlara da inanır mıydık?” sorusunu akılllara getiriyor. Benim aklıma getirmedi desem yalan olur.
Hem ayrıca aralara sıkıştırılmış küçük küçük eleştiriler de hem güldürücü, hem can yakıcıydı bence. Bunlardan mesela “Sabaha kadar açık ve sonra yine açık olan dükkanlar...” ifadesi kahkahayla gülmeme sebep oldu diyebilirim. Ve yine buna benzer şekilde memur hayatına dair söylediği şeyler, o tekdüzelik içerisine gizlenmiş aptallığın, bir deli tarafından nasıl keşfedilip ortaya konabileceğini ve bu duruma bağlı olarak asıl delinin kim olduğu sorusunun sorulabileceğini ortaya koymaktaydı.
Bu yönüyle Selim’den ziyade Turgut, içinde boğulduğu düzene sessiz isyan eden dengesiz tavırlarıyla tam bir eleştirmendi. Onda ne Selim’in dinginliği ne de hoşgörüsü vardı. Turgut’u roman boyunca bir deli değil, bir hayat eleştirmeni olarak okumanızı tavsiye ederim. Hakikaten çok şeyler öğretecektir. Oğuz Atay, bir Turgut karakterinde bütün bir ömür boyunca tespit ettiklerini kusmuş gibidir...
Kitap hakkında anlatmak, konuşmak istediğim o kadar şey var ki; kitap kadar bir kitap yazmaktan korkuyorum. O yüzden bazı küçük şeyleri daha söyleyerek yazıyı hitama erdireceğim: Özellikle üçüncü bölümün ilk kısımların çok beğendim. Bence orada kelimelerin ritmik düzeni üzerinden muhteşem bir sanat yapılmış. Orada o metinleri; noktasız, virgülsüz, hiçbir işaretleme olmadan okuyunca adeta bir rep şarkısı söylüyor gibi oluyorsunuz. Muhteşem bir ahenkle bağlanmış cümleler var orada...
Tabii herkese böyle gelir mi, bilmiyorum. İkinci olarak orada da noktalama üzerine bir eleştiri geliştirdiği düşüncesindeyim. Nihayetinde noktalama da sistemin bize hediye ettiği bir şartlanmadan ibaret. “Nokta görürsen dur, iki nokta görürsen açıklama bekle. Üç nokta görürsen şöyle bir dal git... Soru işareti görürsen merak et. Ünlem görürsen heyecanlan, hatta kork!” Bunlar hep noktalama sistemimizin bize yaptığı dayatmalar.
Doğrusu; belirtilen dayatmaların olmadığı üçüncü bölümü okuduğumda sudan çıkmış balığa döndüm, bunu itiraf etmeliyim. Adeta bütün hissî zeminin ayağımdan alındığı bir metne girdim. Ve nerede duracağımı, heyecanlanacağımı, dalacağımı şaşırdım. Bu yönüyle noktalamaya yapılan bu saldırının da boş olmadığı kanaatindeyim. Yazar, kafamızdaki bir önyargıyı daha kırmayı çalışıyordu orada...
Peki; bu yazı da burada noktalansın... Son olarak kitabın içinde beni en çok etkileyen birkaç cümleyi alıntılamak istiyorum. Orası da 598. sayfadaki şu kısımdır: “Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.” Burası beni her nedense çok etkiledi.
Hakikaten hepimiz böyle birer kurşunkalem silgisi değil miyiz? Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli eserinde verdiği “camdan tabut içinde yaşayan insan” örneğine benziyor hayatlarımız. Camdan oldukları için tabutların kenarlarını fark etmiyoruz. Ne zamanki biraz ayağa kalkmak, yıldızlara uzanmak istiyoruz; başımız bir kenarına çarpıyor, ayılıyoruz. İşte Tutunamayanlar, bu tabutu fark edenlerin hikayesi... Tabuta çarpan, ama ayılamayanların (belki ayılmak istemeyenlerin) öyküsü... Oğuz Atay’ın sanatına ruhumla eğilerek, bu yazıyı hitama erdiririm en nihayet... Hepinize güzel okumalar.
twitter.com/yenirenkler
Şöyle düşünmenizi istirham edeceğim, haddim olmayarak: Normalde bir romanda kurgulanmaya, yazılmaya değer bulunan nedir? Sıradışı öyküler öyle değil mi? Ve mesela tarih dahi hep böyle sıradışı şeyler başarmış insanların etrafında kurgulanmıştır. Osmanlı tarihini ele alalım örneğin... Osmanlı tarihi aslında neyin tarihidir? Bence düpedüz padişahların tarihidir. Halk ne söylemiştir, ne yemiştir yazmaz onlarda. Varsa yoksa devlet, padişahlar, uygulamalar, ıslahatlar, fetihler... Bölümlendirmeleri bile böyledir: I. Selim dönemi, II. Selim dönemi, I. Süleyman dönemi ila ahir.
Hal böyle olunca edebî olanın ve haklarında edebî metinler oluşturulmaya değer bulunanların yalnızca “başaranlar”dan olduğunu söylesek herhalde bu boş kelam sayılmaz. Okuduğumuz metinler ve romanlar hep başaranların hikayesidir. Hep onlar yazılmıştır. Hep onlar anlatılmıştır. Ve hiçkimse “Tutunamayanlar”la ilgilenmemiştir.
Bu yönüyle Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”da önce bunun eleştirisini geliştirdiğini söyleyebiliriz. Tutunanlardan ve başaranlardan ziyade hiçbir şey elde edememiş, hiçbir başarıya ulaşamamış, hayatla kaynaşamamış karakterler üzerinden bir anlatım geliştirdiğini ve arkaplanda kalan bu insanların nasıl bir dünyaya, nasıl bir fikrî zenginliğe sahip olduklarını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.
Bizim belki Turgut karakterinde olduğu gibi “deli” dediğimiz, yahut Selim karakterinde olduğu gibi “zavallı” bulduğumuz insanlar; aslında bilinen tarihin arkaplanında başka bir tarih, başka bir roman yazmaktadırlar. Onların da görülmek istenmeyen ve hatta dışlanan öyküleri vardır. Edebiyat dünyasının bu insanlara yaptığı düpedüz haksızlıktır.
Evet, Oğuz Atay’ın daha kitabının isminden başlayarak edebiyata böyle bir eleştiri getirmesi boş değil. Ve nitekim; kitabın içerisindeki tarihsel anlatımlar ve anlatılar da bu eleştirinin uzantıları gibidir. İlk bölümlerde yazarın tamamen hayalinden kurguladığı Selim’e ait şiirlerin hikayeleri ve açıklamaları, bu anlatımın en açık örneğidir. Öyküleme açısından bizim tarih anlatımımıza benzeyen bu metinler, bir yönüyle bakınca bilinenden çok ötede dursa da, diğer yandan “Yahu bizim okuduklarımız da böyle şeyler değil mi? Nihayetinde biz de tarihî olayları birebir yaşayıp görmedik. En nihayetinde hepsi yazılmış ve okunmuş metinlerden ibaret... Belki de yazarın söyledikleri doğrudur!” cümlesini nihilizme yaklaşan bir çizgide söylettiriyor. Bilgileri kabul edişimizin tekdüzeliği ve basitliği; “Şu an ders kitaplarımızda yazılanların tam tersini okumuş olsaydık, onlara da inanır mıydık?” sorusunu akılllara getiriyor. Benim aklıma getirmedi desem yalan olur.
Hem ayrıca aralara sıkıştırılmış küçük küçük eleştiriler de hem güldürücü, hem can yakıcıydı bence. Bunlardan mesela “Sabaha kadar açık ve sonra yine açık olan dükkanlar...” ifadesi kahkahayla gülmeme sebep oldu diyebilirim. Ve yine buna benzer şekilde memur hayatına dair söylediği şeyler, o tekdüzelik içerisine gizlenmiş aptallığın, bir deli tarafından nasıl keşfedilip ortaya konabileceğini ve bu duruma bağlı olarak asıl delinin kim olduğu sorusunun sorulabileceğini ortaya koymaktaydı.
Bu yönüyle Selim’den ziyade Turgut, içinde boğulduğu düzene sessiz isyan eden dengesiz tavırlarıyla tam bir eleştirmendi. Onda ne Selim’in dinginliği ne de hoşgörüsü vardı. Turgut’u roman boyunca bir deli değil, bir hayat eleştirmeni olarak okumanızı tavsiye ederim. Hakikaten çok şeyler öğretecektir. Oğuz Atay, bir Turgut karakterinde bütün bir ömür boyunca tespit ettiklerini kusmuş gibidir...
Kitap hakkında anlatmak, konuşmak istediğim o kadar şey var ki; kitap kadar bir kitap yazmaktan korkuyorum. O yüzden bazı küçük şeyleri daha söyleyerek yazıyı hitama erdireceğim: Özellikle üçüncü bölümün ilk kısımların çok beğendim. Bence orada kelimelerin ritmik düzeni üzerinden muhteşem bir sanat yapılmış. Orada o metinleri; noktasız, virgülsüz, hiçbir işaretleme olmadan okuyunca adeta bir rep şarkısı söylüyor gibi oluyorsunuz. Muhteşem bir ahenkle bağlanmış cümleler var orada...
Tabii herkese böyle gelir mi, bilmiyorum. İkinci olarak orada da noktalama üzerine bir eleştiri geliştirdiği düşüncesindeyim. Nihayetinde noktalama da sistemin bize hediye ettiği bir şartlanmadan ibaret. “Nokta görürsen dur, iki nokta görürsen açıklama bekle. Üç nokta görürsen şöyle bir dal git... Soru işareti görürsen merak et. Ünlem görürsen heyecanlan, hatta kork!” Bunlar hep noktalama sistemimizin bize yaptığı dayatmalar.
Doğrusu; belirtilen dayatmaların olmadığı üçüncü bölümü okuduğumda sudan çıkmış balığa döndüm, bunu itiraf etmeliyim. Adeta bütün hissî zeminin ayağımdan alındığı bir metne girdim. Ve nerede duracağımı, heyecanlanacağımı, dalacağımı şaşırdım. Bu yönüyle noktalamaya yapılan bu saldırının da boş olmadığı kanaatindeyim. Yazar, kafamızdaki bir önyargıyı daha kırmayı çalışıyordu orada...
Peki; bu yazı da burada noktalansın... Son olarak kitabın içinde beni en çok etkileyen birkaç cümleyi alıntılamak istiyorum. Orası da 598. sayfadaki şu kısımdır: “Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.” Burası beni her nedense çok etkiledi.
Hakikaten hepimiz böyle birer kurşunkalem silgisi değil miyiz? Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli eserinde verdiği “camdan tabut içinde yaşayan insan” örneğine benziyor hayatlarımız. Camdan oldukları için tabutların kenarlarını fark etmiyoruz. Ne zamanki biraz ayağa kalkmak, yıldızlara uzanmak istiyoruz; başımız bir kenarına çarpıyor, ayılıyoruz. İşte Tutunamayanlar, bu tabutu fark edenlerin hikayesi... Tabuta çarpan, ama ayılamayanların (belki ayılmak istemeyenlerin) öyküsü... Oğuz Atay’ın sanatına ruhumla eğilerek, bu yazıyı hitama erdiririm en nihayet... Hepinize güzel okumalar.
twitter.com/yenirenkler
0 Yorum Yorum Yaz