Ya Rüyalar Başka Alemlere Açılan Kapılarsa?
- 10-04-2014
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
O kadar yazdım kitaplar hakkında, hatta blogum var kitaplar üzerine (kitaptomani.blogspot), yine de kendi kitabımı anlatırken zorlanıyorum. Her yazarda (o kadar oldum mu ya!) böyledir tahmin ederim. Kitabını pazarlamacısı gibi öven tüccar-yazar’ları bir kenara bırakırsak, yazdığını anlatmak cidden zordur. Çünkü yazdığınız zaten birşeyi anlatmak için yazılmıştır. Bir de birşeyi nasıl anlattığını anlatmak için ikinci bir yazı yazmak, dipnota dipnot düşmek gibi, yahut en beteri: Yaptığın espri anlaşılmayınca onu açıklamak zorunda kalmak gibi rahatsız eder insanı. Ama ne yapayım? Farkedilmeyi beklemek, o bekleyiş boyunca geçen zaman, her âşık için acı vericidir. Söylenmemiş’liğin pişmanlığı, söylenmişin pişmanlığına benzemez. Söyleyelim, kurtulalım. Yazıyoruz ki, âşığız birşeylere! Niye inkâr edelim? Derdi olmayanın dökecek nesi olur olur beyaz kağıtlara?
Çok da dertli bir adam değilim. (Buraya da bir itiraf alalım lütfen. Evet, şöyle: Buraya bırakalım.) Benimkisi ‘olmuşların acısından’ değil, olabileceklerin heyecanından. Yani düşünsenize! Elinize bir beyaz kağıt veriliyor (şimdi aynısı bilgisayarda, sanal manal ama yine beyaz) ve orada yeni bir dünya kuruyorsunuz kendinize. İşte evleri var, tasvirlerinizin renginde. İnsanları var, görmek istediğiniz gibi. Böyle bir âlem kurmuşsunuz kafanızda. Sizin hususî bir cennetiniz olmuş o beyaz kağıt. Bunu da sırf iki renk kullanarak yapmışsınız: Siyah ve beyaz. (Aaa, siyah ve beyaz renk değil, çok pardon.) O garip şekiller, sinemanın imkanlarını sahip değiller, ama belki onlarda daha fazlası var.
İnsan güzel birşey öğrendiğinde bunu paylaşmak ister. Fıtratımızda var bu. Çocukluğumuzdan bilelim. En saf halimizden. Nasıl da ağzımızda bakla ıslanmaz. Kulağımızdan her giren, eğer bir heyecan saklıyorsa içinde, ağzımızdan çıkan olmak için zorlar gönül çeperlerini. Bazı olur elimize ağzımızı bastırırız, sanki zorla çıkmak isteyen birşeyler varmış gibi.
Bence yazar, işte bu yönüyle hep çocuk kalandır. Bir farkı var yalnız, bastırmaz olur artık ağzına elini. Çünkü ağzından çıkanların, parmaklarından akanlar kadar güzel olmadığını, olamayacağını farketmiştir. İkisi arasındaki farkı, artezyen kuyusundan fışkıranla; pınardan akan suyun farkı ile bir nebze izah edebilirim zannederim. Pınardan akanın doğallığı, dinginliği, kolaylığı var mı artezyen kuyusunda?
Amaaan! Nereden başladık, nerelere geldik. Asıl ben başka birşey yapacaktım bu yazıda. Size kitabımı anlatacaktım. Şebperest’i yani… Kelime anlamı, tam karşılık olarak, oradan başlayalım; geceye kulluk eden. Tasavvuf içre bir terimsel karşılığı daha var: Geceye, uykuya ve rüyaya fazla kıymet veren demek. Romanın kahramanı da biraz böyle.
Yusuf. Rüyalarının üstüne fazla düşüyor. Çünkü orada nicedir gönlünü yakan bir ateşin suyunu bulmuş: Deniz’e ulaşıyor. Peki, bir insan ölmüş yakınlarını rüyalarında görebilir mi? Bu soruya bilimsel değil, ama insansal (nasıl bir kelime oldu o öyle) bir cevap verirsem: Hangimiz görmedik ki? Ve hangimiz, bu rüyalardan en az birisinin gerçek olduğuna inanmadık? Özellikle vefatların ilk günlerinde. Ölümün bıçağı, metalinin soğukluğunu henüz yitirmemişken. Gözyaşlarımızı bastırmakta zorlandığımız, durup durup tekrar ağladığımız vakitlerde. Hangimiz böyle bir rüyayı görebilmek için uykuya yatmadık ve gördüğümüzde ona inanmadık? Yusuf da inanıyor rüyalarına. Deniz’i gördüğüne inanıyor.
Bundan sonrası polisiye bir hikaye ve anlatmak hoş olmaz. Kitabın yazım sürecinden bahsedeyim o zaman birazcık: Yanlış anımsamıyorsam Şebperest’i yazalı birbuçuk yılı geçti. (Tekrar okumaları saymıyorum.) Yazımı, daha kafamda bir fikir olarak canlandığı günden başlarsam, bir yılı aldı. Kitapta kullanacağım psikoloji ve tasavvuf verileri için aşağı yukarı yedi-sekiz kitaplık bir okuma yapmam gerekliydi. Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu ve Mustafa Merter’in 900 Katlı İnsan’ı bu noktada en çok faydalandığım eserler. Onun dışında Prof. Dr. Robert Frager’ın Kalp, Nefis ve Ruh’u; Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekki’n-Nüfus’u; Ali Rıza Bayzan’ın Sufî ile Terapist’i çok yardımcı oldu bana. Bir de Nigel Cawthorne’un Seri Katiller kitabını okudum, çünkü kurguya bu da lazımdı. Psikolojiye dair okuduğum birkaç kitap daha var, ama onlardan istifadem bunlara kıyasla azdır. Bir de on tanenin üstünde polisiye roman okudum, çünkü bir yerden üslûp çalmam lazımdı.
Şebperest; işte böyle biraz polisiye, biraz mistik bir roman oldu. Çok hacimli de olmadı üstelik. İlk yazdığımda 192 sayfa civarında olan eseri, okuttuğum arkadaşlarımın uyarılarıyla neşterleyerek 144’e kadar indirdim. İnsan, iyi birşeyler üretmek istiyorsa, kendi yazdıklarını acımamalı. Çünkü en büyük tuzağımız; insanları sıkabilecek yazma şehvetimizdir. Kendimiz birşeyi anlatırken kendi cezbemize kapılırız. Ama dışımızdan metne bakan, ondan ve ondaki tekrarlardan sıkılabilir. Yazarken birinci kişi olsanız bile, edite ederken üçüncü kişi olmak gerek.
Hülasa; böyle birşeyler işte… Yazdım, değerlendirildi, basılmaya değer bulunuldu, bir yıldan birazcık fazla bekledim ve basılmış hali şu an kitapçılarda. Bu yolculuk çok güzel bir yolculuk, ama yazdığınıza şöyle bakmanız lazım: Herkesin eline alması şart değil, ama eline alanın pişman olmaması gerek! Bu bakış mutlu edebilir ancak bizi. Daha fazlası değil. Çok satan olmak, herkesin gördüğü bir rüya, ben de daha taze bir yazar adayıyken gördüm böyle düşler. Fakat arkadaşlar, hiçbirisi, ne başarı ne de başarısızlık, bir okurdan “Vay be! Ne kitaptı!” cümlesini işitmek kadar mutlu etmiyor. Gerçekten okumuş ve beğenmiş bir kişi, sessiz bir yüzbinden daha heyecan verici. Haddimizi de bilmek lazım. Peki, benden bu kadar. Sevgiyle kalın. Ve unutmayın: Okumak hastalık olsa bile, ondan kurtulmak için şifa istenmez. Şifa bulmayasınız.
Çok da dertli bir adam değilim. (Buraya da bir itiraf alalım lütfen. Evet, şöyle: Buraya bırakalım.) Benimkisi ‘olmuşların acısından’ değil, olabileceklerin heyecanından. Yani düşünsenize! Elinize bir beyaz kağıt veriliyor (şimdi aynısı bilgisayarda, sanal manal ama yine beyaz) ve orada yeni bir dünya kuruyorsunuz kendinize. İşte evleri var, tasvirlerinizin renginde. İnsanları var, görmek istediğiniz gibi. Böyle bir âlem kurmuşsunuz kafanızda. Sizin hususî bir cennetiniz olmuş o beyaz kağıt. Bunu da sırf iki renk kullanarak yapmışsınız: Siyah ve beyaz. (Aaa, siyah ve beyaz renk değil, çok pardon.) O garip şekiller, sinemanın imkanlarını sahip değiller, ama belki onlarda daha fazlası var.
İnsan güzel birşey öğrendiğinde bunu paylaşmak ister. Fıtratımızda var bu. Çocukluğumuzdan bilelim. En saf halimizden. Nasıl da ağzımızda bakla ıslanmaz. Kulağımızdan her giren, eğer bir heyecan saklıyorsa içinde, ağzımızdan çıkan olmak için zorlar gönül çeperlerini. Bazı olur elimize ağzımızı bastırırız, sanki zorla çıkmak isteyen birşeyler varmış gibi.
Bence yazar, işte bu yönüyle hep çocuk kalandır. Bir farkı var yalnız, bastırmaz olur artık ağzına elini. Çünkü ağzından çıkanların, parmaklarından akanlar kadar güzel olmadığını, olamayacağını farketmiştir. İkisi arasındaki farkı, artezyen kuyusundan fışkıranla; pınardan akan suyun farkı ile bir nebze izah edebilirim zannederim. Pınardan akanın doğallığı, dinginliği, kolaylığı var mı artezyen kuyusunda?
Amaaan! Nereden başladık, nerelere geldik. Asıl ben başka birşey yapacaktım bu yazıda. Size kitabımı anlatacaktım. Şebperest’i yani… Kelime anlamı, tam karşılık olarak, oradan başlayalım; geceye kulluk eden. Tasavvuf içre bir terimsel karşılığı daha var: Geceye, uykuya ve rüyaya fazla kıymet veren demek. Romanın kahramanı da biraz böyle.
Yusuf. Rüyalarının üstüne fazla düşüyor. Çünkü orada nicedir gönlünü yakan bir ateşin suyunu bulmuş: Deniz’e ulaşıyor. Peki, bir insan ölmüş yakınlarını rüyalarında görebilir mi? Bu soruya bilimsel değil, ama insansal (nasıl bir kelime oldu o öyle) bir cevap verirsem: Hangimiz görmedik ki? Ve hangimiz, bu rüyalardan en az birisinin gerçek olduğuna inanmadık? Özellikle vefatların ilk günlerinde. Ölümün bıçağı, metalinin soğukluğunu henüz yitirmemişken. Gözyaşlarımızı bastırmakta zorlandığımız, durup durup tekrar ağladığımız vakitlerde. Hangimiz böyle bir rüyayı görebilmek için uykuya yatmadık ve gördüğümüzde ona inanmadık? Yusuf da inanıyor rüyalarına. Deniz’i gördüğüne inanıyor.
Bundan sonrası polisiye bir hikaye ve anlatmak hoş olmaz. Kitabın yazım sürecinden bahsedeyim o zaman birazcık: Yanlış anımsamıyorsam Şebperest’i yazalı birbuçuk yılı geçti. (Tekrar okumaları saymıyorum.) Yazımı, daha kafamda bir fikir olarak canlandığı günden başlarsam, bir yılı aldı. Kitapta kullanacağım psikoloji ve tasavvuf verileri için aşağı yukarı yedi-sekiz kitaplık bir okuma yapmam gerekliydi. Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu ve Mustafa Merter’in 900 Katlı İnsan’ı bu noktada en çok faydalandığım eserler. Onun dışında Prof. Dr. Robert Frager’ın Kalp, Nefis ve Ruh’u; Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekki’n-Nüfus’u; Ali Rıza Bayzan’ın Sufî ile Terapist’i çok yardımcı oldu bana. Bir de Nigel Cawthorne’un Seri Katiller kitabını okudum, çünkü kurguya bu da lazımdı. Psikolojiye dair okuduğum birkaç kitap daha var, ama onlardan istifadem bunlara kıyasla azdır. Bir de on tanenin üstünde polisiye roman okudum, çünkü bir yerden üslûp çalmam lazımdı.
Şebperest; işte böyle biraz polisiye, biraz mistik bir roman oldu. Çok hacimli de olmadı üstelik. İlk yazdığımda 192 sayfa civarında olan eseri, okuttuğum arkadaşlarımın uyarılarıyla neşterleyerek 144’e kadar indirdim. İnsan, iyi birşeyler üretmek istiyorsa, kendi yazdıklarını acımamalı. Çünkü en büyük tuzağımız; insanları sıkabilecek yazma şehvetimizdir. Kendimiz birşeyi anlatırken kendi cezbemize kapılırız. Ama dışımızdan metne bakan, ondan ve ondaki tekrarlardan sıkılabilir. Yazarken birinci kişi olsanız bile, edite ederken üçüncü kişi olmak gerek.
Hülasa; böyle birşeyler işte… Yazdım, değerlendirildi, basılmaya değer bulunuldu, bir yıldan birazcık fazla bekledim ve basılmış hali şu an kitapçılarda. Bu yolculuk çok güzel bir yolculuk, ama yazdığınıza şöyle bakmanız lazım: Herkesin eline alması şart değil, ama eline alanın pişman olmaması gerek! Bu bakış mutlu edebilir ancak bizi. Daha fazlası değil. Çok satan olmak, herkesin gördüğü bir rüya, ben de daha taze bir yazar adayıyken gördüm böyle düşler. Fakat arkadaşlar, hiçbirisi, ne başarı ne de başarısızlık, bir okurdan “Vay be! Ne kitaptı!” cümlesini işitmek kadar mutlu etmiyor. Gerçekten okumuş ve beğenmiş bir kişi, sessiz bir yüzbinden daha heyecan verici. Haddimizi de bilmek lazım. Peki, benden bu kadar. Sevgiyle kalın. Ve unutmayın: Okumak hastalık olsa bile, ondan kurtulmak için şifa istenmez. Şifa bulmayasınız.
3 Yorum Yorum Yaz