Süper Dadı mı Süper Cadı mı?

aykut beyÇocuğu olan herkesin bir şekilde malumu olduğu bir program var, adı “Süper Dadı”. Nedir bu program dediğimizde, özetle söylemek gerekirse ailelere çocuklarının davranışlarını nasıl düzeltileceği noktasında uygulamalı bir içeriğe sahip olan bir program. Örneğin çocuk her şeyi ağlayarak hallettirme yolunu seçmiş ve bunu da aileye kabul ettirmişse bunun nasıl düzeltileceğini uygulamalı anlatan, gösteren bir program. Tabii ki faydalı tarafları var.

Ancak biz bunun arkasında yatan felsefi- psikolojik arka plana bakma taraftarıyız. Çünkü programı yapanlar ve izleyenler bunun çok farkında değiller. Çünkü bu programın dayalı olduğu psikolojik ekol davranışçı ekol dayandığı felsefi temel ise Newton ile temeli atılan mekanizmdir. Bilim tarihinde mekanizm çok önemli bir kırılma noktasıdır çünkü bugünkü yaşadığımız modern dünyayı hazırlayan alt yapıdır. Mekanistik anlayıştan evvel dünya canlı bir organizma gibi düşünülür ve bu anlamda evrendeki her şey bu paradigma ile açıklanmaya çalışılırdı. Fakat mekanistik anlayış bunu ters yüz etmiş ve evrenin, dünyanın canlı bir organizma gibi değil bir makine gibi işleyen bir sistematiğinin olduğunu iddia etmiştir. Hatta burada saat sembolü kullanılmıştır. Çarkları olan hepsi birbirini etkileyen bir çarklar sistemi anlayışı. Bu iki dünya görüşünü anlama açısından Kızılderililerin kendilerinden topraklarını parayla satmalarını isteyen Beyazlara verdiği cevapta görebiliriz. Ne diyor Kızılderili Şefi, “Beyaz Adam benden topraklarımı istiyor. Nasıl verebilirim ki benim olmayan şeyi. Zaten veremem çünkü ağaçlar, kuşlar, böcekler… Hepsi benim çocuklarım, kız kardeşim, annem…”

Tabi evrene ve dünyaya bakış açısının değişmesi ile birlikte insana olan bakış açısı da değişmiştir. Rönesans anlayışının hümanist görüşü ile paralel giden bu anlayışta insan da artık bu evrenin mekanik bir parçası haline gelmiştir. Aslında insan ve onun mekanı olan dünya evrenin merkezi olmaktan çıkarılmış ve çarkları işleyen bu mekanistik evrende herhangi bir şey olmuşlardır. Ve bu da herkesi kuşatan ve Eşrefi Mahluk olan insan anlayışının yerine zavallı ama aynı zamanda da kendi kişisel çıkarlarını kollayan ve birbirinin kurdu olan insan anlayışını getirmiştir. Ve bu zavallılık o dereceye varmış ki, bu insan makine olduğu için ne yapılacağı önceden kestirilebilen ve zamanla da ne yaptırılması kodlanabilen mahkum insan modeline evrilmiştir. Ve artık günümüzde sinirbilim çalışmaları ile sadece ve sadece beyindeki elektrik akımlarının yönlendirmesine muhtaç bir insan olarak karşımıza çıkmıştır. Görülebileceği üzere bu programın ardında böyle bir mekanistik anlayış vardır. Bu, bilimin her alanına sirayet etmiştir. Mesela tıpta ilaç endüstrisi neredeyse tamamen bu mantığa göre işlemektedir. Bir yeriniz ağrıyorsa o ağrıya sebep olan şeyin teşhisi ve sebep olan şeyi ilaç ile ortadan kaldırma. İşte pedagojide de aynı mantık geçerli. Çocuğa bir davranış öğretilmek isteniyorsa, o davranış için bazı mekanik şeyler yapılması gereklidir. Mesela paspasta belli bir süre bekletilmesi tamamen dış ortamın düzenlenmesi ve o ortamın çocuk için bir şeyler ifade etmesi gibi. Hatta bazen çocuklar o kadar ağlamasına rağmen annenin merhamet göstermesi yasak olan uygulamalar. Askerlik yapanlar iyi bilirler askerde meşhur bir söz vardır, “eğitimde merhamet vatana ihanet” diye, ki bir dereceye kadar doğrudur. Ancak bizler evlerimizde çocuk yetiştiriyoruz asker değil.

Tabi bir şeye tamamıyla karşı çıkmak veya tamamıyla yanlıştır demek doğru değil. Elbette bu anlayışında faydalı tarafları olacak. Ancak burada sorunlu kısım insanın, çocuğun bir makine gibi ele alınması ve belli şeylerin belli şekilde yapıldığında aynı sonuçları vereceği düşüncesidir. Ve neredeyse irade denilen kavramın yok sayılmasıdır. Davranışçı ekol elbette özellikle eğitimde ciddi kazanımlar elde etmiştir ancak insanı insan yapan irade ve sevgi gibi temel parametreleri devre dışı görmüş hatta bunlarla uğraşmanın boş ve gereksiz olduğunu söylemiştir. Çünkü bu ekol için en önemli şey gözlenebilir ve ölçülebilir şeylerdir, gerisi gereksizdir.

Bilim tarihini ben şöyle bir benzetme ile özetleyebiliyorum, önceleri küçük kozmos da denilen bir insan anlayışı mekanistik anlayış ile bir makineye dönüşmüş ve günümüzde de sadece beyindeki elektrik akımı olan bir şey olmuş. Hani sosyal medyada dolaşan bir video var, insandan başlıyor uzaklaşa uzaklaşa güneş sistemimizin dışındaki başka galaksilere kadar gidiyor. Önce tek bir insana odaklanan görüntü gittikçe ondan atmosfere doğru oradan dünyanın dışına oradan gezegenlere, güneşe ve güneşten de uzaklaşarak başka galaksilere odaklanan görüntü. Ve her uzaklaşma anında küçülen insan, küçülen dünya, küçülen güneş sistemimiz ve başka galaksiler. Bir yönü ile ne kadar zavallı insan değil mi? Ancak bir yönü ile de iradesi ile bu evreni, dünyayı, galaksilerİ anlamaya çalışsan insan. İşte günümüzde iki ana bilim damarı bu, biri; insanı bu koca devasa makinenin minnacık zavallı bir parçası gören anlayış, diğeri ise bu tabloyu anlayabilen ve sadece zihinsel ve elektriksel bir akımdan ibaret olan insan.

İşte bu programın ardında yatan yazılım kısaca ve tabii ki kabaca bu. Ancak daha öncede söylediğimiz gibi her paradigmanın faydalı yönleri var. Ama ihmal ettiği tarafları da görebilmeli ve dayandığı ana mantığı bilmek de gereklidir diye düşünüyorum. İnsanları, çocukları salt davranışları ile alırsak aşırı ucunda bir Nazizm türerken, salt zihindeki elektrik akımı olarak alırsak bugünün değer tanımayan salt çıkarını kollayan bireyler yetişir. İnsan ne salt davranışlarından ibarettir ne salt zihinsel bir varlıktır. İnsanı insan yapan bir çok parametre var ve bunları bir bütün olarak düşünmeli. Bu anlamda içerikte de geçen ve T.Hobbes’ un sözü olan “ İnsan insanın kurdudur” sözü yerine güzel bir Kenya atasözü çare olabilir ya da çıkış noktası “ İnsan insanın dermanıdır.” Bu iki sözün mukayesesi bile nasıl da birbirine zıt iki dünya görüşünün olduğunun kanıtıdır. Birbirimizin dermanı olmamız duasıyla…


Bunlar da ilginizi Çekebilir

0 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz