Bir Anı; Ön Yargılı Doktor
- 19-05-2014
- KATEGORİ Celal in Penceresinden
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Allah bizi bu dünyaya bir plan dahilinde göndermiştir. Allah her gün, bir karıncanın bile rızkını verirken, yarattığı en üstün varlık olan biz insanı unutur mu? Hiç kimse, adeta kaderi önceden biliyor gibi, okulda öğrendiği bilgilerle, kesin hüküm vermemelidir.
İman kalbe yerleşmemişse, insan profesör bile olsa empatik düşünemiyor. O insan için doğru olan şey, sadece bilimdir. Ama ben buna ahlaktan uzak bilim diyorum. Buna örnek benim başımdan geçti. Şöyle ki:
***
“Kasım 1993’teydi. Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı. Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, tomografi.. her şeyi yaptılar. Hatta iki defa MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak yürüyebiliyordum.
Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım. Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım. Oturduğum balkondan hastane bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken anılar film şeridi gibi geçti.
Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim. Tüm çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. … "Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama, daha bunun bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?
Kendimi bildim bileli, geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım. Belki bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir tedavisi vardır diye düşünürdüm. Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim.
Hani doğuştan görme özürlü birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya, benimki de aynen öyle. İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum. Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza geliyordu. Tekrar odaya geçtim.
Doktorlar geldi. Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti. Ben odadaki diğer hastalarla sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben o zamanlar Orhan Gencebay hayranıydım.
Yanımdaki hasta ‘Ben Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:
Abi keşke ben de tanışabilsem” dedim.
Kahkahalarla böyle sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.
Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.
‘Celal, senin hastalığının ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.
‘Nasıl doktor hanım, ney pardon anlayamadım’, dedim.
Daha hastalığın adını bile telaffuz edemiyordum.
“Bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda yatalak duruma gelir” dedi.
Nefes almadan dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz on dokuz yaşında bir gençtim. Hayatın baharındaydım.
Yıllarca hayalini kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:
“Celal, sen şimdi hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef tıbben tedavisi yok.”
Dişlerimi sıkıyor ve ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
“Bugünler senin iyi günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” dediğinde daha fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.
Doktor Hanım odadan çıktı. Oda arkadaşları teselli veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve ağlamaya başladım.
Babam, kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak kalmıyordu.
Saat on iki gibi gelince bakmış ki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.
Babamı görünce tekrar ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.
“Gencecik çocuğa birden böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.
Doktor Hanımın babama cevabı şu olmuş:
“Ama hastanın kendi durumunu öğrenmeye hakkı var.”
Babam o zaman alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.
Sonunda doktor Hanım odama gelerek bana:
- Celal senin hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.
Kısmen biraz da olsa rahatlamıştım.
***
İnsanlar önyargılı bilgilerle hemen karar veriyorlar. İmanları çok zayıf olduğundan, Allah’ın bizim hakkımızda bir kader planı olduğunu unutuyorlar.
Allah, bana çalışabilmem için her sebebi hazırlamıştı. Hastaneden çıktıktan altı ay sonra 1994’te, tesadüf zannettiğim sebeplerle beni özel şirketteki işime kavuşturdu. Toplam on altı sene çalıştım ve hamdolsun 2010’da emekli oldum.
Babam o gün, o doktoru dinleseydi, ben bugün belki de hala evde yatıyor olacaktım ve asla emekli olamayacaktım. Bana böylesine güzel bir kader çizen Allah’a binlerce hamdolsun.
Beni her gün arabayla işe götürüp getiren ve benim elim, ayağım, her şeyim olan annem ve babamdan Allah ebediyen razı olsun.
Şu an emekliyim, Yazları memleketimiz Konya Ereğli’de, kışları ise Ankara’da annem babam ve ben yaşamaktayız…
Yaşamak her şeye rağmen çok güzel
İman kalbe yerleşmemişse, insan profesör bile olsa empatik düşünemiyor. O insan için doğru olan şey, sadece bilimdir. Ama ben buna ahlaktan uzak bilim diyorum. Buna örnek benim başımdan geçti. Şöyle ki:
***
“Kasım 1993’teydi. Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı. Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, tomografi.. her şeyi yaptılar. Hatta iki defa MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak yürüyebiliyordum.
Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım. Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım. Oturduğum balkondan hastane bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken anılar film şeridi gibi geçti.
Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim. Tüm çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. … "Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama, daha bunun bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?
Kendimi bildim bileli, geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım. Belki bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir tedavisi vardır diye düşünürdüm. Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim.
Hani doğuştan görme özürlü birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya, benimki de aynen öyle. İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum. Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza geliyordu. Tekrar odaya geçtim.
Doktorlar geldi. Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti. Ben odadaki diğer hastalarla sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben o zamanlar Orhan Gencebay hayranıydım.
Yanımdaki hasta ‘Ben Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:
Abi keşke ben de tanışabilsem” dedim.
Kahkahalarla böyle sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.
Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.
‘Celal, senin hastalığının ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.
‘Nasıl doktor hanım, ney pardon anlayamadım’, dedim.
Daha hastalığın adını bile telaffuz edemiyordum.
“Bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda yatalak duruma gelir” dedi.
Nefes almadan dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz on dokuz yaşında bir gençtim. Hayatın baharındaydım.
Yıllarca hayalini kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:
“Celal, sen şimdi hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef tıbben tedavisi yok.”
Dişlerimi sıkıyor ve ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
“Bugünler senin iyi günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” dediğinde daha fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.
Doktor Hanım odadan çıktı. Oda arkadaşları teselli veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve ağlamaya başladım.
Babam, kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak kalmıyordu.
Saat on iki gibi gelince bakmış ki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.
Babamı görünce tekrar ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.
“Gencecik çocuğa birden böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.
Doktor Hanımın babama cevabı şu olmuş:
“Ama hastanın kendi durumunu öğrenmeye hakkı var.”
Babam o zaman alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.
Sonunda doktor Hanım odama gelerek bana:
- Celal senin hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.
Kısmen biraz da olsa rahatlamıştım.
***
İnsanlar önyargılı bilgilerle hemen karar veriyorlar. İmanları çok zayıf olduğundan, Allah’ın bizim hakkımızda bir kader planı olduğunu unutuyorlar.
Allah, bana çalışabilmem için her sebebi hazırlamıştı. Hastaneden çıktıktan altı ay sonra 1994’te, tesadüf zannettiğim sebeplerle beni özel şirketteki işime kavuşturdu. Toplam on altı sene çalıştım ve hamdolsun 2010’da emekli oldum.
Babam o gün, o doktoru dinleseydi, ben bugün belki de hala evde yatıyor olacaktım ve asla emekli olamayacaktım. Bana böylesine güzel bir kader çizen Allah’a binlerce hamdolsun.
Beni her gün arabayla işe götürüp getiren ve benim elim, ayağım, her şeyim olan annem ve babamdan Allah ebediyen razı olsun.
Şu an emekliyim, Yazları memleketimiz Konya Ereğli’de, kışları ise Ankara’da annem babam ve ben yaşamaktayız…
Yaşamak her şeye rağmen çok güzel
2 Yorum Yorum Yaz