Depresyonla Barışmak
- 22-12-2016
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
"Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir." Bakara sûresi, 106.
Depresyonun belirtilerinden veya kalıntılarından birisinin de 'unutkanlık' olduğunu okumuştum. İnsanın depresyon derecesinde sabitlediği acılar varsa, ki bence depresyon 'acılarda sabitlenmek' veya 'insanda sabitlenmiş acılar' demektir, zannederim bunlar çoğu zaman geçmişle ilintili şeylerdir. Anlamlandıramadığın yara hep sancır. Yani doğru anlam acının da ilacıdır. Boşuboşunalıktır en çok insana eziyet eden... Kıssa-i Musa'da (a.s.), bu sırrı haber verir gibi, Hz. Hızır (a.s.) Hz. Musa'ya der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?"
'İçine atmak' tabirini genelde 'duygularını belli etmemek' olarak anlıyoruz. Ancak bence hakikatten hissesi bu kadarcık değil. İçine attığın; bir nevi anlamlandıramadığın, rafına kaldıramadığın, ne olduğunu tayin edemediğin, geçmişte bırakamadığın (bırakmak için nereye ait olduğuna karar vermen lazım) ve bu bırakamayıştan ötürü tekrar tekrar üzerinde durduğun demek. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir 'içe atış'tan haber verir. "Neden bana öyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden bana yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden?" Bu birikmiş 'neden'lerin sonucu depresyon olur. Ve depresyona girdiğinde, insanın, ondan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.
"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."
Bir de dalgınlık. Depresyonun bir belirtisi veya kalıntısı ise dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. İkisinde de bir ilgisizlik var. Daha doğrusu; her dokunanın acı verdiği dokunaklı bir insanın (bunu 'kolay etkilenir' anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık ve unutkanlık. İkincisi, geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi, bugüne yönelik bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun 'üretkenliğe' veya 'yeni bir doğuşa' yaklaştığı nokta da tam bu noktadır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken; bir yönüyle de yeninin keşfidir.
"Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."
Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görmüşümdür. Kendimden konuşayım: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyor. Ama bundan ötede, unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir. Peki nasıl? Açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.
Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı (bize göre) en sıradan şakalar, sürprizler bile neden bu kadar gülünesi ve sevilesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hepsinde de işe yaradı) bir yere saklanıp "Ciiiğğğ!" diye ortaya çıktığınızda neden güler? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir çocuk veya bebek, elbette bir büyük kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu 'sıfır sıradanlık' dünyasında onun gördüğü herşey hayret verici, herşey harika!
"Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar..." şeklinde çevrilen, ama aslında "Her çocuk fıtrat üzerine doğar..." şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. "Allahım hayretimi arttır!" diye dua eden Efendimiz aleyhissalatuvesselamın da altını çizdiği bu. Fıtratına dönüş çağrısı bir nevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş'ın Serbest Düşüş'te tasvir ettiği o açlığa:
"En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı."
İnsan çocukluğunu neden özler? İnsan çocukluğunu önce hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça hayret edecek şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Herşey sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin yüzde doksandokuzu hayrettir çünkü. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz.
Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Biraz karıştırsanız, bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntı hayretin yitimidir.
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Yenileceklerin sayısını arttırarak hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak veya arttırarak lezzete olan hayretini diriltmek oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki, kendi yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım ve mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Elbette Allah'tan daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değil. Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışım. Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil mi? Misafir, konakladığının ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi'nin elinde Seyahatname'sinden gayrı ne kaldı?
Depresyonun belirtilerinden veya kalıntılarından birisinin de 'unutkanlık' olduğunu okumuştum. İnsanın depresyon derecesinde sabitlediği acılar varsa, ki bence depresyon 'acılarda sabitlenmek' veya 'insanda sabitlenmiş acılar' demektir, zannederim bunlar çoğu zaman geçmişle ilintili şeylerdir. Anlamlandıramadığın yara hep sancır. Yani doğru anlam acının da ilacıdır. Boşuboşunalıktır en çok insana eziyet eden... Kıssa-i Musa'da (a.s.), bu sırrı haber verir gibi, Hz. Hızır (a.s.) Hz. Musa'ya der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?"
'İçine atmak' tabirini genelde 'duygularını belli etmemek' olarak anlıyoruz. Ancak bence hakikatten hissesi bu kadarcık değil. İçine attığın; bir nevi anlamlandıramadığın, rafına kaldıramadığın, ne olduğunu tayin edemediğin, geçmişte bırakamadığın (bırakmak için nereye ait olduğuna karar vermen lazım) ve bu bırakamayıştan ötürü tekrar tekrar üzerinde durduğun demek. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir 'içe atış'tan haber verir. "Neden bana öyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden bana yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden?" Bu birikmiş 'neden'lerin sonucu depresyon olur. Ve depresyona girdiğinde, insanın, ondan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.
"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."
Bir de dalgınlık. Depresyonun bir belirtisi veya kalıntısı ise dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. İkisinde de bir ilgisizlik var. Daha doğrusu; her dokunanın acı verdiği dokunaklı bir insanın (bunu 'kolay etkilenir' anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık ve unutkanlık. İkincisi, geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi, bugüne yönelik bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun 'üretkenliğe' veya 'yeni bir doğuşa' yaklaştığı nokta da tam bu noktadır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken; bir yönüyle de yeninin keşfidir.
"Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."
Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görmüşümdür. Kendimden konuşayım: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyor. Ama bundan ötede, unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir. Peki nasıl? Açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.
Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı (bize göre) en sıradan şakalar, sürprizler bile neden bu kadar gülünesi ve sevilesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hepsinde de işe yaradı) bir yere saklanıp "Ciiiğğğ!" diye ortaya çıktığınızda neden güler? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir çocuk veya bebek, elbette bir büyük kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu 'sıfır sıradanlık' dünyasında onun gördüğü herşey hayret verici, herşey harika!
"Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar..." şeklinde çevrilen, ama aslında "Her çocuk fıtrat üzerine doğar..." şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. "Allahım hayretimi arttır!" diye dua eden Efendimiz aleyhissalatuvesselamın da altını çizdiği bu. Fıtratına dönüş çağrısı bir nevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş'ın Serbest Düşüş'te tasvir ettiği o açlığa:
"En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı."
İnsan çocukluğunu neden özler? İnsan çocukluğunu önce hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça hayret edecek şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Herşey sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin yüzde doksandokuzu hayrettir çünkü. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz.
Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Biraz karıştırsanız, bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntı hayretin yitimidir.
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Yenileceklerin sayısını arttırarak hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak veya arttırarak lezzete olan hayretini diriltmek oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki, kendi yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım ve mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Elbette Allah'tan daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değil. Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışım. Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil mi? Misafir, konakladığının ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi'nin elinde Seyahatname'sinden gayrı ne kaldı?
0 Yorum Yorum Yaz