Tut Güneşi Gitmesin
- 02-03-2013
- KATEGORİ Gonca Anıl
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Koskoca bir sene bitti. Yeni yılın bile üç koca ayını devirdik. Baharın bu renkli günlerinde benim gündemimde en önemli konudur ZAMAN… Bitmez dediğimiz yıllar bitti. Çok değil birkaç sene önce onlara da “yeni” demiştik, ama onlar da eskidi. Peki, ne kadarı yaşandı bu geçen senelerin, ne kadarı kaybolup gitti?
Yıllar evvelinde bir resimle karşılaşmıştım. Uzun uzun seyre dalıp, gözlerimi alamadığım, çarpıcılığı ile içimin sızladığı, gözlerimi buğulandıran, ellerimi titreten bir resim…
Resimde sıradan bir kum saati var, hani şu biblo niyetine vitrinlere konulan… Yukarıdan aşağıya kumlar akıyor ama cam kırık ve akan kumlar dışarıya taşıyor. Zamanın tutulamazlığını ne kadar da güzel anlatıyor resim. Hangimiz tutabildik ki zamanı, bir cam fanus içinde hangimiz hapsedebildik? Belki hepimiz istemişizdir bazen durmasını. Günler geçmesin dediğimiz çok olmuştur ama güneşi durdurabildiğimiz hiç vaki değil…
Basra'nın büyük âlimi Abdullah bin Amir'e bir dostu, "Biraz vakit ayır da şöyle havadan sudan sohbet edip vakit geçirelim." der. Âlimin verdiği cevap çok kısadır: "Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim."
Bu cevaba şaşıran dostu, "Ne demek tut güneşi?'' deyince Abdullah bin Amir:
“Çünkü güneş durmayıp gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle havadan sudan muhabbet edelim, ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcama gibi bir gaflete düşmeyelim.”
Her gün güneş batıyor ve her sabah yeniden doğuyor… Havadan sudan işlerle, havadan sudan sözlerle ömürlerimiz tükeniyor bir yerlerde. Hem de kucak dolusu nakit harcasak bile geri getiremediğimiz vakitler...
Peygamber Efendimiz’in (sav) sözleri de bir derin sızı koyuyor yüreğime, bir de derin vicdan azabı duyuyorum ardından:
“İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar: Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleridir!”
Ben ne kadar zamanımın kıymetini bilebildim? “Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok üzüntü duyanlardır.” diyor İtalyan yazar Dante. Bu yüzden mi acaba bu zaman konusundaki derin üzüntüm. Peki, ben zamanı değerlendirme konusunda neredeyim, geçmiş hatalarımla ve bugünümle yüzleşmeli değil miyim? Eski yıldan yeni yıla çıkabilmenin şükrünü başka türlü nasıl yapabilirim? Kaybolan zamana hükmüm yok, ama bilemediğim bir güne kadar devam edecek olan ömrümü daha verimli kılmak elimde değil midir?
Zamanımın en çok boşa gittiğini düşündüğüm anlar uykularım oldu hep. Günde 10-11 saat uyuduğum çok oldu. Oysa dinlenecek kadar bir uyku yeterdi, gereksiz koşturmalarım mı, hedefsizlik mi, plansızlık mıydı çok uyumamın sebebi? Şimdi olabildiğince az uyumayı kendime ilke edindim. Artık uzun süre uyursam, dinlenemeyip sırtımın, belimin ağrıdığını hissediyorum. Demek ki vücudumun istediği daha çok uyku değil. O halde az ve öz bir uyku beni ayakta tutabilir. Artık en erken saatlerde kalkmayı hep amaç edindim. Ne kadar da bereketleniyor günüm, öğlene kadar işlerimi bitirip, aileme ayırmaya, okumaya, düşünmeye ne kadar çok zaman kalıyor. Ama yine de saatler yetmiyor, hep daha da erken güne başlamanın yollarını arıyorum. Her gün güneşten önce dünyaya uyanmak gönlüme şifa olacak biliyorum.
Geçmişimde magazin haberleri içinde zaman harcadığım olmuştur, kim ne yapıyor diye merak ettiklerim… Oysa ne kadar da gereksizmiş. Başkalarının hayatını düşünürken, kendi zamanımdan çalıyormuşum. Kendi zamanımım hırsızı olup; en güzel anlarımı böyle tüketiyormuşum, bu kendi kendime attığım dost kazığı… Ünlü ya da ünsüz başkalarının hayatını hiç merak etmiyorum artık. Hangi sanatçı kiminle evlenmiş, ya da komşu teyze neden öyle söylemiş… Magazine yer bırakmadım hayatımda, başkalarını konuşup da hem zamanımı hem de kalbimi kirletemem, hem de ikisi de bana emanetken…
“Faydasız ilimden sana sığınırım Allah’ım.” diye dua ediyorum sık sık. Okuduğum gazetenin, şöyle bir göz attığım kitabın bile hayatımda ne kadar önemi varmış. Laf olsun diye yazılmış pek çok kitap, gazete girdi hayatıma, artık buna izin vermiyorum. Okuduğum her bir satırı seçerken daha özenli olmaya çalışıyorum ve faydalı olması duasıyla başlıyorum okumaya.
En çok zamanımı çalan şeyler de lüzumsuz düşünceler, kaygılar, vesveseler oluyor kimi zaman. Onları dinlemeye başladım mı, çoğalıp bütün ruhumu esir alıyorlar. İnsanı depresyonlara sürükleyecek kadar üst üste geliyorlar bazen. İnsan önce kendinin doktoru olmalı diye düşünüp, “Artık beni rahatsız edemezsiniz, sizinle uğraşmaya vaktim yok.” diyorum, bir bakmışım uzaklaşmışlar. Aslında çekip gitmediklerini biliyorum, bir boşluk bulup doldurmak üzere en yakın kapıların ardında bekliyorlar… Ben ise onlara fırsat vermemek için, olabildiğimce her anımı meşguliyetle doldurma gayreti içindeyim.
Her an, bir işle dolmuyor elbette. Dinlenmek de lazım… Boş boş yatmak beni dinlendirmeyecek biliyorum, ruhumu daha da yoracak. Ya pencereden dışarıya bakıp bir kainat tefekkürüne bırakıyorum kendimi; ağaçlar, bulutlar ne kadar da muhteşem bugün… Ya da dünyayı yeni tanıyan bir insan yavrusunun masumiyetini seyretmeye dalıyorum ya da hafif bir müziğe…
Şimdilerde ise internetin nasıl yakamdan tutup da beni kendine bağlamak istediğini fark ediyorum. Artık tuzağa düşecek kadar küçük değilim. “Sevgili internet, bak muhterem televizyonu attık kurtulduk. Çok kaşınma, benden uzak dur, yoksa senin de sonun yakındır.” diyorum. İşe de yarıyor… Bir reklam, bir resim deyip, kendimi kaptırmak yerine açtığım pencereleri bir çırpıda kapatıyorum.
Peki, zaman üzerine düşünmek için geç kalmadım mı? Neden okullarda zaman yönetimi öğretilmiyor ki? Neden ben zaman üzerine düşünmeye 30’lu yaşlarda başlıyorum?
Matematik, fizik, İngilizce… Hepsinden daha önemli değil midir ZAMAN? Zamanın değerini bilen zaten her türlü başarıyı yakalamaz mı? Nedir zaman konusunda bu kayıtsızlığımız? ZAMAN BİLİNCİ daha okul yıllarında hepimize anlatılsaydı daha verimli yaşar, daha kaliteli işler yapar, daha da mutlu olmaz mıydık? Zaman bilinci olmayınca heba olan çocukluk, boşa giden bir gençlik, sonrasında ne yapacağını bilmeyen bir nesil yetişiyor. Bitmeyen işler, yanlış planlamalar, programsızlık, zaman konusunda pişmanlıklar değil mi herkesin canını acıtan pek çok psikolojik sorunun sebebi?
Doğduğumuz andan itibaren, her bir saniye bir amaca hizmet etmek amacıyla bize bahşediliyor aslında. Sayılı nefesimiz varken, biz o nefesleri nerelerde tüketiyoruz?
Tüketimden, israftan bahsediliyor çok yerde, uzun uzun… Daha da önemlisi zaman israfı değil midir? En büyük tüketim, en bulunmaz sermaye zaman değil midir?
Bir gün Yunan filozofu Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış. Talebesi: “İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum.” diye itiraz edecek olunca Eflatun cevap vermiş: “Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum.”
Bu ZAMAN konusu zamanlara sığmaz biliyorum ve benim de kendimle hesaplaşmam hiç bitmeyecek onu da biliyorum. Ne güzel söylüyor şair Necip Fazıl ZAMAN şiirinde:
Nedir zaman, nedir?/Bir su mu, bir kuş mu?/Nedir zaman, nedir?/İniş mi, yokuş mu?
Bir sese benziyor;/Arkanız hep zifir!/Bir sese benziyor;/Önünüz tüm kabir!
Belki de bir hırsız;/İzi, lekesi var./Belki de bir hırsız;/O yok, gölgesi var…
Kime kaçsam ondan;/Ha yakın, ha ırak?/Kime kaçsam ondan;/Ya sema, ya toprak…
Bu güzel dizelerdeki gibi zamandan kaçış yok, yaşadığımız her anın hesabını vermekten de.
Şeyh Edebali Osman Gazi’ye nasihatinde “Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin.” diyor. Peki, boş gezmemek denilen nedir? Boşa zaman harcadığımız örneklerimizle, çocuklarımıza boş gezmemek nasıl öğretilir?
Eğer siz de güneşi tutamıyorsanız bugün saate farklı bir gözle bakmaya, yaşadığınız her anı farklı bir bilinçte değerlendirmeye ne dersiniz?
Yıllar evvelinde bir resimle karşılaşmıştım. Uzun uzun seyre dalıp, gözlerimi alamadığım, çarpıcılığı ile içimin sızladığı, gözlerimi buğulandıran, ellerimi titreten bir resim…
Resimde sıradan bir kum saati var, hani şu biblo niyetine vitrinlere konulan… Yukarıdan aşağıya kumlar akıyor ama cam kırık ve akan kumlar dışarıya taşıyor. Zamanın tutulamazlığını ne kadar da güzel anlatıyor resim. Hangimiz tutabildik ki zamanı, bir cam fanus içinde hangimiz hapsedebildik? Belki hepimiz istemişizdir bazen durmasını. Günler geçmesin dediğimiz çok olmuştur ama güneşi durdurabildiğimiz hiç vaki değil…
Basra'nın büyük âlimi Abdullah bin Amir'e bir dostu, "Biraz vakit ayır da şöyle havadan sudan sohbet edip vakit geçirelim." der. Âlimin verdiği cevap çok kısadır: "Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim."
Bu cevaba şaşıran dostu, "Ne demek tut güneşi?'' deyince Abdullah bin Amir:
“Çünkü güneş durmayıp gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle havadan sudan muhabbet edelim, ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcama gibi bir gaflete düşmeyelim.”
Her gün güneş batıyor ve her sabah yeniden doğuyor… Havadan sudan işlerle, havadan sudan sözlerle ömürlerimiz tükeniyor bir yerlerde. Hem de kucak dolusu nakit harcasak bile geri getiremediğimiz vakitler...
Peygamber Efendimiz’in (sav) sözleri de bir derin sızı koyuyor yüreğime, bir de derin vicdan azabı duyuyorum ardından:
“İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar: Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleridir!”
Ben ne kadar zamanımın kıymetini bilebildim? “Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok üzüntü duyanlardır.” diyor İtalyan yazar Dante. Bu yüzden mi acaba bu zaman konusundaki derin üzüntüm. Peki, ben zamanı değerlendirme konusunda neredeyim, geçmiş hatalarımla ve bugünümle yüzleşmeli değil miyim? Eski yıldan yeni yıla çıkabilmenin şükrünü başka türlü nasıl yapabilirim? Kaybolan zamana hükmüm yok, ama bilemediğim bir güne kadar devam edecek olan ömrümü daha verimli kılmak elimde değil midir?
Zamanımın en çok boşa gittiğini düşündüğüm anlar uykularım oldu hep. Günde 10-11 saat uyuduğum çok oldu. Oysa dinlenecek kadar bir uyku yeterdi, gereksiz koşturmalarım mı, hedefsizlik mi, plansızlık mıydı çok uyumamın sebebi? Şimdi olabildiğince az uyumayı kendime ilke edindim. Artık uzun süre uyursam, dinlenemeyip sırtımın, belimin ağrıdığını hissediyorum. Demek ki vücudumun istediği daha çok uyku değil. O halde az ve öz bir uyku beni ayakta tutabilir. Artık en erken saatlerde kalkmayı hep amaç edindim. Ne kadar da bereketleniyor günüm, öğlene kadar işlerimi bitirip, aileme ayırmaya, okumaya, düşünmeye ne kadar çok zaman kalıyor. Ama yine de saatler yetmiyor, hep daha da erken güne başlamanın yollarını arıyorum. Her gün güneşten önce dünyaya uyanmak gönlüme şifa olacak biliyorum.
Geçmişimde magazin haberleri içinde zaman harcadığım olmuştur, kim ne yapıyor diye merak ettiklerim… Oysa ne kadar da gereksizmiş. Başkalarının hayatını düşünürken, kendi zamanımdan çalıyormuşum. Kendi zamanımım hırsızı olup; en güzel anlarımı böyle tüketiyormuşum, bu kendi kendime attığım dost kazığı… Ünlü ya da ünsüz başkalarının hayatını hiç merak etmiyorum artık. Hangi sanatçı kiminle evlenmiş, ya da komşu teyze neden öyle söylemiş… Magazine yer bırakmadım hayatımda, başkalarını konuşup da hem zamanımı hem de kalbimi kirletemem, hem de ikisi de bana emanetken…
“Faydasız ilimden sana sığınırım Allah’ım.” diye dua ediyorum sık sık. Okuduğum gazetenin, şöyle bir göz attığım kitabın bile hayatımda ne kadar önemi varmış. Laf olsun diye yazılmış pek çok kitap, gazete girdi hayatıma, artık buna izin vermiyorum. Okuduğum her bir satırı seçerken daha özenli olmaya çalışıyorum ve faydalı olması duasıyla başlıyorum okumaya.
En çok zamanımı çalan şeyler de lüzumsuz düşünceler, kaygılar, vesveseler oluyor kimi zaman. Onları dinlemeye başladım mı, çoğalıp bütün ruhumu esir alıyorlar. İnsanı depresyonlara sürükleyecek kadar üst üste geliyorlar bazen. İnsan önce kendinin doktoru olmalı diye düşünüp, “Artık beni rahatsız edemezsiniz, sizinle uğraşmaya vaktim yok.” diyorum, bir bakmışım uzaklaşmışlar. Aslında çekip gitmediklerini biliyorum, bir boşluk bulup doldurmak üzere en yakın kapıların ardında bekliyorlar… Ben ise onlara fırsat vermemek için, olabildiğimce her anımı meşguliyetle doldurma gayreti içindeyim.
Her an, bir işle dolmuyor elbette. Dinlenmek de lazım… Boş boş yatmak beni dinlendirmeyecek biliyorum, ruhumu daha da yoracak. Ya pencereden dışarıya bakıp bir kainat tefekkürüne bırakıyorum kendimi; ağaçlar, bulutlar ne kadar da muhteşem bugün… Ya da dünyayı yeni tanıyan bir insan yavrusunun masumiyetini seyretmeye dalıyorum ya da hafif bir müziğe…
Şimdilerde ise internetin nasıl yakamdan tutup da beni kendine bağlamak istediğini fark ediyorum. Artık tuzağa düşecek kadar küçük değilim. “Sevgili internet, bak muhterem televizyonu attık kurtulduk. Çok kaşınma, benden uzak dur, yoksa senin de sonun yakındır.” diyorum. İşe de yarıyor… Bir reklam, bir resim deyip, kendimi kaptırmak yerine açtığım pencereleri bir çırpıda kapatıyorum.
Peki, zaman üzerine düşünmek için geç kalmadım mı? Neden okullarda zaman yönetimi öğretilmiyor ki? Neden ben zaman üzerine düşünmeye 30’lu yaşlarda başlıyorum?
Matematik, fizik, İngilizce… Hepsinden daha önemli değil midir ZAMAN? Zamanın değerini bilen zaten her türlü başarıyı yakalamaz mı? Nedir zaman konusunda bu kayıtsızlığımız? ZAMAN BİLİNCİ daha okul yıllarında hepimize anlatılsaydı daha verimli yaşar, daha kaliteli işler yapar, daha da mutlu olmaz mıydık? Zaman bilinci olmayınca heba olan çocukluk, boşa giden bir gençlik, sonrasında ne yapacağını bilmeyen bir nesil yetişiyor. Bitmeyen işler, yanlış planlamalar, programsızlık, zaman konusunda pişmanlıklar değil mi herkesin canını acıtan pek çok psikolojik sorunun sebebi?
Doğduğumuz andan itibaren, her bir saniye bir amaca hizmet etmek amacıyla bize bahşediliyor aslında. Sayılı nefesimiz varken, biz o nefesleri nerelerde tüketiyoruz?
Tüketimden, israftan bahsediliyor çok yerde, uzun uzun… Daha da önemlisi zaman israfı değil midir? En büyük tüketim, en bulunmaz sermaye zaman değil midir?
Bir gün Yunan filozofu Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış. Talebesi: “İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum.” diye itiraz edecek olunca Eflatun cevap vermiş: “Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum.”
Bu ZAMAN konusu zamanlara sığmaz biliyorum ve benim de kendimle hesaplaşmam hiç bitmeyecek onu da biliyorum. Ne güzel söylüyor şair Necip Fazıl ZAMAN şiirinde:
Nedir zaman, nedir?/Bir su mu, bir kuş mu?/Nedir zaman, nedir?/İniş mi, yokuş mu?
Bir sese benziyor;/Arkanız hep zifir!/Bir sese benziyor;/Önünüz tüm kabir!
Belki de bir hırsız;/İzi, lekesi var./Belki de bir hırsız;/O yok, gölgesi var…
Kime kaçsam ondan;/Ha yakın, ha ırak?/Kime kaçsam ondan;/Ya sema, ya toprak…
Bu güzel dizelerdeki gibi zamandan kaçış yok, yaşadığımız her anın hesabını vermekten de.
Şeyh Edebali Osman Gazi’ye nasihatinde “Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin.” diyor. Peki, boş gezmemek denilen nedir? Boşa zaman harcadığımız örneklerimizle, çocuklarımıza boş gezmemek nasıl öğretilir?
Eğer siz de güneşi tutamıyorsanız bugün saate farklı bir gözle bakmaya, yaşadığınız her anı farklı bir bilinçte değerlendirmeye ne dersiniz?
5 Yorum Yorum Yaz