Damatsız Düğün



Sitede son günlerde yayınlanan evliliklerle ilgili yazıları okurken aklıma yıllar önce yaşanmış bir evlilik hikayesi geldi. Bu evliliğin kahramanları uzaktan akrabamız, bu ayrıntıyı belirtiyorum çünkü inanılması zor bir evlilik! Bu hikayeyi başkasından duysam "Yok canım bu kadarı da mümkün olamaz" diye tepki gösterirdim. Hayat bu yaşadıkça birçok olayları görüp şahit olabiliyoruz. Gelelim kahramanları hala yaşıyor olan bu hikayeye. Müsâde ederseniz masalsı bir üslupla yazmak istiyorum.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde... Analar babaların kendi elleriyle evlatlarını evlendirip mürüvvetlerini gördükleri, evlatlarından ziyade kendilerini mutlu ettikleri, evlatlarınsa hayatları pahasına saygıda asla kusur etmedikleri bir dönemde köylerden birinde dört çocuklu bir aile yaşarmış. Meyve bahçeleriyle rızıklarını kazanır, huzur içinde yaşayıp giderlermiş.

Her ailede olduğu gibi bu ailede de evin reisi babaymış. Öyle zaptıraplıymış ki bu baba çocukların evlilik yaşamlarına müdahale edecek kadar kendini vazifeli görürmüş. Büyüyüp serpilen ailenin büyük oğlu imam hatip lisesini bitirip İstanbul'da bir camide imam olarak göreve başlamış. Köyden çıkmış ve hayallerine bir adım daha yaklaşmış. Hem çalışıp hem de o çok istediği Hukuk Fakültesini kazanıp hâkim olmaya niyetlenmiştir. Hedefini belirlemiş olmanın mutluluğu içinde mesut bir yaşam sürmektedir.

Öte yandan köydeki babası derin derin düşüncelere dalmış: "Ne olacak şimdi bu oğlanın hali? Mesleği elinde gurbet ellerde, kurda kuşa yem olmadan bu çocuğu baş göz etmek lazım. Ama nasıl? " diye dertlenirken bir anda toparlanıp , "Bu kadar düşünmeye ne gerek var canım. Altı üstü bir evlilik değil mi? Şu bizim kadanaların evde kalmış kızı ne güne duruyor. Hem aynı mahalledeniz hem de çok çalışkan ve akıllı bir kızcağız. Ağzı var dili yok. Şimdiye kadar kızı bağda bahçede çalıştıracağız diye kimseye vermediler. Evde kaldı gitti, alırız bizim oğlana ev olup geçinir giderler." der.

O dönemde kızlar yirmisine girince evde kalırmış, bu kızcağızda otuzuna merdiven dayamış. Anlayacağınız hiç şansı kalmamış. Neyse devam edelim. Kararlı bir şekilde kendinden emin harekete geçmiş. Ne lüzum var ev halkına danışıp istişare etmeye. Hele evlendirmek istediği oğluna anlatıp fikrini almaya sormaya hiç mi hiç gerek yok ne danışmasıymış evlendiriyoruz ya, daha ne ister? Öyle ya! Mutsuz olur mu? Ya sevmezse? Bir ömür geçirecek... Hayat onun....

N e önemi var bütün bunların cevaplarının burada... En önemli olan baba öyle uygun gördü. Kalkılır kız istenirken neler gerekiyorsa alınır, kız evine istemeye gidilir, muhabbetler edilir, kahveler içilir, konu gelip esas kısımda durur. "Allah'ın emri peygamberin kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz." Karşı tarafta "verdik gitti" dedikten sonra hazırlıklar başlar. Bir Allah'ın kulu da "Evlenecek oğlunuz nerde?" diye sormaz. Babanın öyle sert öyle kesin tavrı vardır ki kimseler cesaret edip soramaz. Buna kız evi de dahil. Zaten öyle bir dönemki büyüklerin sözlerinin emir telakki edildiği, anne ve babaların lale devrini yaşadığı zamanlar.

Velhasıl kelam düğünler dernekler kurulur, davullar çalar, halaylar çekilir, herkes çok çok eğlenir. Damatsız düğün güneş batıncaya kadar devam eder... Şenlikler akşamın karanlığıyla son bulur. İnanılır gibi değil, İstanbul' da hiç bir şeyden haberi olmayan esas oğlan, kendi düğününde damat olamayan imamımız özgürlüğünün son gününün yatsı namazını kıldırırken canı bildiği babası hayatının kontrolünü çoktan eline almıştı. Onun kiminle ömür geçireceğine karar vermişlerdi. Oğlu için çok doğru bir seçim yapmış olmanın gururuyla gelinini de yanına alıp otobüse binip yola düşerler. Az giderler uz giderler dere tepe düz giderler. Sabah ezanlarıyla İstanbul'a ayak basarlar.

İmamımız sabah namazını kıldırıp evine dönerken o da ne? Babası ve yanında bir kadın. Bir an kendi kendine mırıldanır:" Memleketten misafirle gelmiş babamla" Hemen elini öper babasının, misafir sandığı eşine "hoş geldin abla!" diyerek içeri buyur eder. Hal hatır sorulduktan sonra babası çok iyi bir iş yapmış olmanın gururuyla söze başlar. "Oğlum Allah mutlu mesut etsin, düğününü köyde akrabalar ve köylülerle yaptık. Allah var çok da güzel oldu. Bu da senin hanımın, Allah geçim huzur versin." der ve oğlunu dinlemeden kalkar ve gider.

Damat babasının arkasından sadece baka kalır. Sanki nutku tutulmuş, gibidir. Aklı durmuş, sözcükler kifayetsiz,hayat anlamını yitirmiştir. Aman Allah'ım bu olabilir miydi? Gerçek miydi, yoksa rüyamıydı? Yok yok kesin rüyaydı, gerçek olamazdı. Uzun bir süre sessizlikten sonra yavaşça kalkıp yan odaya geçer ve hıçkıra hıçkıra ağlar ağlar... Günlerce evin içinde tek bir cümle söylenmez. Saatler günleri, günler haftaları kovalar. Aynı evin içinde iki yabancı gibi yaşarlar. Fakat evliliğini kabullenip, kader diyerek hayatını devam ettirmesinin şart olduğunu bilir. Başka seçeneği yoktur.

Eşi diye kendisine babası tarafından uygun görülen kadınla aralarında tam on yaş vardır. Ablası yaşındadır. Her ne olursa olsun kabul etmek zorundadır. Babasına asla karşı gelemez. Hayatı pahasına da olsa kabul edip sineye çekmekten başka yol yoktur. çünkü bu yaşına kadar ailesinde hiç bir fert babasının sözünün üstüne söz söylememişlerdir, o babaydı ne söylese ne yapsa doğruydu. Babasına olan saygısı duygularının önüne geçer ve bağrına taş basarak yaşamına devam eder. Onlar ermişler zoraki mutluluklara, biz çıkalım kerevetine. Ne o dönemdeki gibi zorunlu saygıyı doğru buluyorum ne de şu dönemdeki gibi fütursuz saygısızlığı...


Bunlar da ilginizi Çekebilir

12 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz