Küçük Arı, kalbimi yaktın...
- 13-01-2013
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Bugün size anlatmak istediğim kitabın ismi; Küçük Arı. Yazarı; Chris Cleave. Yayınevi; Pegasus Yayınları. Sayfa sayısı; 343. Türü; roman. Belki karakter tahlillerindeki ağırlığı nedeniyle psikolojik roman bile diyebiliriz. (Kesin bir şekilde sınırlarını bilmesem de, lisedeki edebiyat derslerinden böyle bir türün var olduğunu biliyorum.) Evet, bu özet bilginin ardından şimdi detaylara geçelim:
Yazarının isminden de anladığınız üzere elimizde yine bir çeviri roman var. Mesele çeviri roman olunca, bir kişinin ismini daha kitabın girişinde yâd etmeden kitaba geçemeyiz. O da bu kitabın çevirmenidir ki, ismi; Nalan Işık Çeper.
Evet, Üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle; “her tercüme yeni bir telif” olduğundan, bu emek sahibinin de kitabın tanıtım yazısına girilmeden önce yâd edilmesi şarttır. Zira çok iyi bir eserin, Türkçe baskısında da çok iyi bulunması, tercümenin başarısıdır. Elbette editörün ve redaktörün de bu işte büyük katkısı var, ama çevirmenden iyi bir metin gelmese, doğrusu hepsinin eli ayağına dolaşır, işleri karışır. Bu iş, kim yaparsa yapsın, böyledir...
Hatta Yapı Kredi Yayınları’nı bu noktadaki bir hassasiyetiyle övmeden geçemeyeceğim ki, onlar, mütercimlerin ismine kapaklarında dahi yer veriyorlar. Yazarın ismi gibi, mütercimin ismini de belirtiyorlar. Her yayınevinde, bu kadar bariz bir şekilde, mütercimi okuyamıyoruz. Mesela bu kitapta kapakta değil de, jenerikte yer verilmiş mütercime. Bu da bir seçim elbette... Ama ben olsam, mütercimi her zaman kapakta yâd ederim, zira tercüme kitabın kalitesinde, az evvel de belirttiğim gibi, yazar kadar katkısı ve payı vardır mütercimin. Hakkı vardır.
Şimdi, bu laklaklarımın ardından kitaba geçelim: Elimizdeki kitap, aslında çok hüzünlü bir öyküyü, üzerindeki karamsar bulutları tam kaldırmadan anlatıyor. Nijerya’da bir dönem yaşanan (belki hâlâ yaşanmakta olan) insanlık dramını, yani petrol şirketlerinin tahrikiyle başlayan kabile savaşlarını ve bu savaşların mağdurlarının sorunlarını işliyor. Küçük Arı, ya da gerçek ismiyle “Udo” daha çok küçük bir kızken bu kabile savaşları nedeniyle katledilen bir ailenin üyesi. Hatta öyle ki, köylerinden kaçıp günlerce koşmaları bile, onu ve kızkardeşini bu terörden kurtaramıyor. Sığındıkları kumsalda rastladıkları bir İngiliz çift, onlara yardımcı olmak isteseler de, onlar da bu drama kendi paylarına düşen acılarla dahil oluyorlar.
Ve orada Sarah (yani İngiliz kadın karakter), Küçük Arı’nın kurtuluşu adına onu kovalayan manyak askerlerin sunduğu teklifi kabul ediyor ve parmağını bir bıçakla kesme cesaretini gösteriyor. Ancak kocası Andrew, aynı cesareti gösteremeyerek büyük kızın askerler tarafından defalarca tecavüze uğrayıp katledilmesine engel olamıyor. Bu manyak katillerin, yaptıkları teklifle İngiliz çiftin karakterinde bıraktığı izler, yıllar sonra Nijerya’dan kaçarak İngiltere’ye gelen Küçük Arı’nın onları bulmasıyla yeniden ortaya çıkıyor. Andrew, karşısında gördüğü kızın bir hayal olduğunu düşünerek, vicdan azabından dolayı kendisini asıyor. Sarah ise, kocasının apansız intiharının ardından Küçük Arı’ya sahip çıkıyor ve evinde barındırıyor.
Ancak Küçük Arı bir kaçak göçmen. İngiltere’de bulunması suç. Bu nedenle Sarah’ın kaybolan oğlu Charli’nin bulunması için çağrılan polisler, onun da İngiltere’deki günlerinin sonunu getiriyorlar.
Ama durun! Ben ne yapıyorum yahu. Romanın konusunu anlatmaya başladım. Fena kendimi kaptırmışım demek ki, neyse... Bu kadarla iktifa edelim ve gerisini meraklı okurlarımızın merakına emanet edelim. Benim asıl bu kitapta üzerinde durulmasını istediğim şeyse; karakterler üzerinden verilen mesajlar.
Mesela Sarah, aslında Batı toplumunun iyi kalpli ve fakat insanlık adına ne yapacağını bilmeyen kısmını oluşturuyor. Cesur, bilgili, ama aynı zamanda sistemin onu böyle olmaya zorlamasıyla toplumun asıl sorunlarına ilgisiz. Hatta kitap boyunca Küçük Arı’dan çok Sarah’nın değişimine şahit oluyorsunuz. Sarah, Küçük Arı’nın yaşamına girmesiyle birlikte kendi hayatını sorguluyor, küçük ama kendisi açısından çok önemli sorunlarını, onun sorunlarıyla karşılaştırıyor ve en sonunda kendisini haksız bulup hayatını bu kıza adıyor. Ve kitabın son bölümündeki şu cümle ki; belki özgürlüğün en enteresan tarifidir, şöyle diyor: “Özgürlük, her insanın bir diğerine gerçek adını söyleyebilmesidir.” Ve Küçük Arı artık özgür, çünkü ismini herkese söyleyebiliyor.
Doğrusu kitabı okuyunca; “İyi ki, yazar bu öykünün bir kurgu olduğunu, gerçek hayattan alınmadığını özellikle belirtmiş” diye sevindim. Yoksa çok can yakan ayrıntıları var. Ama bu hikaye yaşanmadı diye, benzerleri de hiç yaşanmamış olabilir mi? İnsan olan insan kendini böyle teselli edebilir mi?
Mümkün değil. Mutlaka yaşanmıştır. Mutlaka benzer acılar soluklanmıştır. Böyle kitapları okumak, aslında bana şu ayet-i kerime mealini hatırlatıyor: “Ne kadar da az şükrediyorsunuz?” Hakikaten, ne kadar da az şükrediyoruz. Küçük meselelerle birbirimizi yediğimiz şu günlerde, en azından bir şükür kapısı açsın diye Afrika’da yaşananlarla ilgilenmeliyiz. Onlara kendi saadetimizin zekatı olan yardımlarımızı göndermeliyiz. Somali’deki açlıkla, Nijerya’daki savaşlarla mücadele etmeliyiz.
Dış dünyanın kavgalarını bilmemek, onlara üzülmemek, bizi kendi içimizde de acımasızlaştırıyor. Merhamet kendisinden sonra konulmuş hiçbir sınırı tanımaz. Allah, ülkemizi onların ülkelerinin yaşadığı cinsten travmalardan korusun. Onları da bir an evvel kurtarsın inşallah. Bu yazı da böyle, sonu dualı oldu. Ne diyelim, demek ki, lüzumu varmış. Allah cümle hayır dualarımızı kabul buyursun. Âmin.
Yazarının isminden de anladığınız üzere elimizde yine bir çeviri roman var. Mesele çeviri roman olunca, bir kişinin ismini daha kitabın girişinde yâd etmeden kitaba geçemeyiz. O da bu kitabın çevirmenidir ki, ismi; Nalan Işık Çeper.
Evet, Üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle; “her tercüme yeni bir telif” olduğundan, bu emek sahibinin de kitabın tanıtım yazısına girilmeden önce yâd edilmesi şarttır. Zira çok iyi bir eserin, Türkçe baskısında da çok iyi bulunması, tercümenin başarısıdır. Elbette editörün ve redaktörün de bu işte büyük katkısı var, ama çevirmenden iyi bir metin gelmese, doğrusu hepsinin eli ayağına dolaşır, işleri karışır. Bu iş, kim yaparsa yapsın, böyledir...
Hatta Yapı Kredi Yayınları’nı bu noktadaki bir hassasiyetiyle övmeden geçemeyeceğim ki, onlar, mütercimlerin ismine kapaklarında dahi yer veriyorlar. Yazarın ismi gibi, mütercimin ismini de belirtiyorlar. Her yayınevinde, bu kadar bariz bir şekilde, mütercimi okuyamıyoruz. Mesela bu kitapta kapakta değil de, jenerikte yer verilmiş mütercime. Bu da bir seçim elbette... Ama ben olsam, mütercimi her zaman kapakta yâd ederim, zira tercüme kitabın kalitesinde, az evvel de belirttiğim gibi, yazar kadar katkısı ve payı vardır mütercimin. Hakkı vardır.
Şimdi, bu laklaklarımın ardından kitaba geçelim: Elimizdeki kitap, aslında çok hüzünlü bir öyküyü, üzerindeki karamsar bulutları tam kaldırmadan anlatıyor. Nijerya’da bir dönem yaşanan (belki hâlâ yaşanmakta olan) insanlık dramını, yani petrol şirketlerinin tahrikiyle başlayan kabile savaşlarını ve bu savaşların mağdurlarının sorunlarını işliyor. Küçük Arı, ya da gerçek ismiyle “Udo” daha çok küçük bir kızken bu kabile savaşları nedeniyle katledilen bir ailenin üyesi. Hatta öyle ki, köylerinden kaçıp günlerce koşmaları bile, onu ve kızkardeşini bu terörden kurtaramıyor. Sığındıkları kumsalda rastladıkları bir İngiliz çift, onlara yardımcı olmak isteseler de, onlar da bu drama kendi paylarına düşen acılarla dahil oluyorlar.
Ve orada Sarah (yani İngiliz kadın karakter), Küçük Arı’nın kurtuluşu adına onu kovalayan manyak askerlerin sunduğu teklifi kabul ediyor ve parmağını bir bıçakla kesme cesaretini gösteriyor. Ancak kocası Andrew, aynı cesareti gösteremeyerek büyük kızın askerler tarafından defalarca tecavüze uğrayıp katledilmesine engel olamıyor. Bu manyak katillerin, yaptıkları teklifle İngiliz çiftin karakterinde bıraktığı izler, yıllar sonra Nijerya’dan kaçarak İngiltere’ye gelen Küçük Arı’nın onları bulmasıyla yeniden ortaya çıkıyor. Andrew, karşısında gördüğü kızın bir hayal olduğunu düşünerek, vicdan azabından dolayı kendisini asıyor. Sarah ise, kocasının apansız intiharının ardından Küçük Arı’ya sahip çıkıyor ve evinde barındırıyor.
Ancak Küçük Arı bir kaçak göçmen. İngiltere’de bulunması suç. Bu nedenle Sarah’ın kaybolan oğlu Charli’nin bulunması için çağrılan polisler, onun da İngiltere’deki günlerinin sonunu getiriyorlar.
Ama durun! Ben ne yapıyorum yahu. Romanın konusunu anlatmaya başladım. Fena kendimi kaptırmışım demek ki, neyse... Bu kadarla iktifa edelim ve gerisini meraklı okurlarımızın merakına emanet edelim. Benim asıl bu kitapta üzerinde durulmasını istediğim şeyse; karakterler üzerinden verilen mesajlar.
Mesela Sarah, aslında Batı toplumunun iyi kalpli ve fakat insanlık adına ne yapacağını bilmeyen kısmını oluşturuyor. Cesur, bilgili, ama aynı zamanda sistemin onu böyle olmaya zorlamasıyla toplumun asıl sorunlarına ilgisiz. Hatta kitap boyunca Küçük Arı’dan çok Sarah’nın değişimine şahit oluyorsunuz. Sarah, Küçük Arı’nın yaşamına girmesiyle birlikte kendi hayatını sorguluyor, küçük ama kendisi açısından çok önemli sorunlarını, onun sorunlarıyla karşılaştırıyor ve en sonunda kendisini haksız bulup hayatını bu kıza adıyor. Ve kitabın son bölümündeki şu cümle ki; belki özgürlüğün en enteresan tarifidir, şöyle diyor: “Özgürlük, her insanın bir diğerine gerçek adını söyleyebilmesidir.” Ve Küçük Arı artık özgür, çünkü ismini herkese söyleyebiliyor.
Doğrusu kitabı okuyunca; “İyi ki, yazar bu öykünün bir kurgu olduğunu, gerçek hayattan alınmadığını özellikle belirtmiş” diye sevindim. Yoksa çok can yakan ayrıntıları var. Ama bu hikaye yaşanmadı diye, benzerleri de hiç yaşanmamış olabilir mi? İnsan olan insan kendini böyle teselli edebilir mi?
Mümkün değil. Mutlaka yaşanmıştır. Mutlaka benzer acılar soluklanmıştır. Böyle kitapları okumak, aslında bana şu ayet-i kerime mealini hatırlatıyor: “Ne kadar da az şükrediyorsunuz?” Hakikaten, ne kadar da az şükrediyoruz. Küçük meselelerle birbirimizi yediğimiz şu günlerde, en azından bir şükür kapısı açsın diye Afrika’da yaşananlarla ilgilenmeliyiz. Onlara kendi saadetimizin zekatı olan yardımlarımızı göndermeliyiz. Somali’deki açlıkla, Nijerya’daki savaşlarla mücadele etmeliyiz.
Dış dünyanın kavgalarını bilmemek, onlara üzülmemek, bizi kendi içimizde de acımasızlaştırıyor. Merhamet kendisinden sonra konulmuş hiçbir sınırı tanımaz. Allah, ülkemizi onların ülkelerinin yaşadığı cinsten travmalardan korusun. Onları da bir an evvel kurtarsın inşallah. Bu yazı da böyle, sonu dualı oldu. Ne diyelim, demek ki, lüzumu varmış. Allah cümle hayır dualarımızı kabul buyursun. Âmin.
0 Yorum Yorum Yaz