Nereye Bakıyorsan Oraya Doğru Yürürsün
- 09-04-2016
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
"Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!" Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası öyküsünden.
Allah, bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet, ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya; bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve güzel işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: "Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller (belki salih düşünceler de dahil) olarak hayatına yansır. Biri, birisiz olmaz."
Başka birkaç yazıda daha üzerine konuştuk: Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor; birbirinden bağımsız/çatışan adacıklar olarak değil. Kur'an diyor ve dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."
Böyle bir nazarın aradığı da dolayısıyla uyum/ahenk oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik uyumdur, ahenktir. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Böyle bakmakla da fikriniz fıtratınıza uyar, rahatlar.
Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz, ardınızdan gelenlerin de bakışını karartır. İman, nasıl bir göz aydınlığı ise; küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar: Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, dediler."
Dedim ya: Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde onun her bir parçasının bir bağımsız/çatışık adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma, zor kullanma yoluyla gerçekleşebilir..."
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır."
Hayatın bir mücadele/cidal olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."
Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Metin Karabaşoğlu abinin güzel tesbitiyle; Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm sanılan, maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı/politeist bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok tanrılı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:
"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."
Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun/teavünün en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"
Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?
Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki; ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yapabilsin/yazabilsin. Cenab-ı
Hakk onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir? Sen sanıyor musun, bu ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır, dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.
Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl böyle bakabilsin?
Allah, bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet, ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya; bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve güzel işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: "Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller (belki salih düşünceler de dahil) olarak hayatına yansır. Biri, birisiz olmaz."
Başka birkaç yazıda daha üzerine konuştuk: Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor; birbirinden bağımsız/çatışan adacıklar olarak değil. Kur'an diyor ve dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."
Böyle bir nazarın aradığı da dolayısıyla uyum/ahenk oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik uyumdur, ahenktir. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Böyle bakmakla da fikriniz fıtratınıza uyar, rahatlar.
Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz, ardınızdan gelenlerin de bakışını karartır. İman, nasıl bir göz aydınlığı ise; küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar: Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, dediler."
Dedim ya: Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde onun her bir parçasının bir bağımsız/çatışık adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma, zor kullanma yoluyla gerçekleşebilir..."
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır."
Hayatın bir mücadele/cidal olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."
Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Metin Karabaşoğlu abinin güzel tesbitiyle; Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm sanılan, maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı/politeist bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok tanrılı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:
"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."
Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun/teavünün en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"
Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?
Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki; ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yapabilsin/yazabilsin. Cenab-ı
Hakk onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir? Sen sanıyor musun, bu ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır, dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.
Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl böyle bakabilsin?
1 Yorum Yorum Yaz