Solan Çocuklar
- 24-01-2013
- KATEGORİ Gonca Anıl
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Geçen gün hava güneşliydi… Üç yaşındaki kızımla dışarının yolunu tuttuk. Uzunca bir yürüyüş faslından sonra eve dönüş yolunda kızım, bahçede oynayan üç kız çocuğuna adeta kilitlendi. Evcilik oynayan çocukların yakınına çöktü ve onları izlemeye başladı. Çocuklar muhtemelen 4-7-9 yaşlarında. Ben de hem çocukların oyununu hem de onları pür dikkat izleyen kızımı seyredecek olmanın heyecanıyla biraz uzaktaki bir duvara oturdum.
İzledikçe duyduklarım ve gördüklerim karşısında şaşırıp kaldım. Çocukların ikisinin elinde birer telefon (belki eski, belki yeni), bir diğerinin elinde bir kart (oyundan o da telefonmuş). En büyük olan anne, diğerleri onun çocukları. Evcilikteki cümleler: “Kızım telefona bak.”, “Kızım telefonunla istediğin gibi çetleşebilirsin.”, “Kızım interneti açar mısın?”... Şaşırdım ve çok üzüldüm.
Oysa yemyeşil çimler vardı hemen yanlarında, üzerinde şubat ayına rağmen açmış sarı çiçekler, minik narin, mavi mineler... Biraz ilerideki ağacın altında lila rengi sümbüller açmıştı, biraz daha ileride mor kır menekşeleri… Yeşil defne ağaçları, çamlar, kuru kahverengi çınarlar… Ama bu güzel yüzlü yavrular, bu renkli ortamda bile ruhlarını bir siyah ekrana teslim etmişti. Elimizden telefon düşmeyen anne babalar olarak suçlunun kim olduğundan çok da habersiz olmasak gerek…
Gazetede bir reklam… “Hayata renk kat.” sloganıyla telefon reklamı… Elimizde sürekli gezdirdiğimiz ve gündelik hayatımızı, her türlü iletişimimizi sekteye uğratan teknolojik cihazlar istediğimiz renge boyansın; mavi, yeşil, turuncu, ne fark eder, siyah ekranın soğukluğunu giderir mi herhangi biri?
Biz gözlerimizi telefon, bilgisayar, televizyon ekranlarına kilitlemiş, ruhumuzu başka ellere teslim etmişken, hayat kaçıyor. Dışarıda cıvıl cıvıl kuşlar uçuyor. Bulutlar adeta gökyüzünde dans ediyor.
Bugün bir serçe sizin gözlerinizin içine gülümseyecekti belki, neredesiniz?
O hemen arka bahçedeki menekşe sizin için açmıştı, birazdan solacak, ama neredesiniz?
Sokağın sonundaki kuru dallı ağacın üzerinde yeşil yosunlar bekliyor sizin dokunmanızı, neredesiniz?
En önemlisi hayatın renklerini sizden öğrenmek için, “Annem, babam beni ne zaman dışarıya çıkaracak?” diye gözlerinizin içine bakan, beton binaların içinde oflayıp, puflamaktan sıkılan, güneş görmeyen çiçekler gibi renkleri solan yavrularınız bekliyor. Siz hayatınızı yaşarken ve “Çocuğumun karnı tok, sırtı pek.” diye kendinizi kandırırken, çocuklarınız çaresizce soluyor…
Yağmur çamur demeden, soğukta bile üzerine bir kat fazladan giydirerek sokaklarda koşmasına fırsat vermezseniz, onlar enerjisini nasıl boşaltacak? Sulara basmadan, yaprakları ezmeden, çiçekleri koklamadan büyürken bilin ki hayatlarında büyük bir parça eksik kalıyor. Bu şekilde gerek yaşadıklarını gerekse başkalarını hissedemeyen çocuklar büyüyor.
Bir başka gün hava biraz bulutluydu, hani olur ya insanın canı hiçbir şey yapmak istemez. Kolumu kaldıracak halim, enerjim yoktu. Akşama kadar tembellik yapmak geldi içimden, ama yalnız değildim. Hemen kendimi toplayıp, kızıma dışarıya çıkmayı teklif ettim. Hava soğuktu, ama olsun. Bir kat fazla giyindik ve yorulduğunda oturması için arabasını aldık yanımıza. Kimi yerlerde koşarak, kimi yerlerde zıplayarak dolaştık. Yürüyüş yolundaki km çizgilerini yakalamaca oynadık, üzerlerinden atladık. Peşimize takılan köpekten çok değil de arkasından gelen üç kardeşini görünce biraz korktuk. Yolumuzda yayılan solucanları ezmemek için zikzaklar çizdik. Dinlenebileceğimiz bir bank bulup meyve molası verdik. Ellerimizi açıp, bu güzel günü bize nasip eden Allah’ımıza bir şükür duası yaptık. Sonra derin derin nefes aldık, ağaçları inceledik. Yapraksız olanların kısa bir süre sonra yaprakları çıkacaktı, kimileri de hep yeşil kalan ağaçlardı. Bir de mor-beyaz hercai menekşeleri vardı, yanından geçerken onlara selam verdik. Adını bilmesek de uzun gagalı kuşları ürkütmemek için biraz daha yavaşlamamız gerekti…
O kadar iyi geldi ki açık havada yürümek… Yüzüme çarpan soğuk hava beni kendime getirmişti, adeta terapi gibi. Bütün olumsuz enerjim gitti üzerimden, yenilendim. Kırmızı burunlu kızım ise koşturmaktan yorulunca arabasında mis gibi bir öğle uykusuna daldı.
Bu huzurlu gezintimizin keyfi, sokaklar ve yürüyüş yolu boş olduğundan benim için biraz buruktu. Vakit öğle saatleri, çevrede bir tane çocuk yoktu. Kızım bir ara yoldan geçen bir arabayı göstererek “Anne çocuk sıkılıyodur de mi?” dedi. Gösterdiği arabanın içini göremedim, ama içinde bir çocuk varmış. Şaşırmış bir halde “Nereden bildin?” diye sordum. “Çünkü ben arabada sıkılıyorum ya o yüzden.” dedi.
Olabildiğince sadece uzun mesafelerde arabayı tercih eden bir aile olsak bile kızım arabada sıkılıyor. Aslında bütün çocuklar sıkılıyor kapalı ortamlarda. Kış akşamları dışarıya çıkıp yürüyoruz, bir tek insan görmek mümkün olmuyor maalesef. Gündüzleri de keza öyle. Yazın bütün çocuklar dışarıdayken, hava biraz soğuk, serin olunca hiç kimse sokağa çıkmıyor. Oysa okula, kreşe gitmeyen çok çocuk var, biliyorum. Ama hasta olurlar korkusuyla açık havadan, doğadan uzak tutulan çocukların ebeveynlerine sormadan edemeyeceğim: Soğuk havaya çıkarmamak uğruna, içinde ne olduğu belirsiz, masum zihinlerin en derinine zehir işleyen kara kutulara teslim etmek onları hastalıktan korumak mı demek?
Anne babalar, korkmayın. Dışarıda esen rüzgâr çocuğunuza zarar vermez, bir süre sonra alışıyorlar. Asıl, soğuk havalarda gün yüzünü görmeyen çocuklar hastalıktan kurtulamıyor. Şehir, köy, kasaba demeden dışarıya çıkarın çocuklarınızı. Bir cadde üzerinde bile yaşıyor olsanız, eminim açık havadan faydalanacağınız çok şey vardır çevrenizde. Havanın soğukluğuna göre kıyafetlerinizin kalınlığını artırıp, dışarıda bulunduğunuz süreyi kısaltın, yeter. Kaloriferli evlerde, havasız ortamlarda, betonlar içinde boğuluyor çocuklar. Sağlıklı büyümeleri için özgürlüğe ve açık havaya ihtiyaçları var. Yaz kış demeden çocuklarınızı dışarı çıkarın ve hayatlarına doğal renkler katmasını sağlayın, kapalı ortamlardaki suni renklerle güzellikleri solup gitmeden.
İzledikçe duyduklarım ve gördüklerim karşısında şaşırıp kaldım. Çocukların ikisinin elinde birer telefon (belki eski, belki yeni), bir diğerinin elinde bir kart (oyundan o da telefonmuş). En büyük olan anne, diğerleri onun çocukları. Evcilikteki cümleler: “Kızım telefona bak.”, “Kızım telefonunla istediğin gibi çetleşebilirsin.”, “Kızım interneti açar mısın?”... Şaşırdım ve çok üzüldüm.
Oysa yemyeşil çimler vardı hemen yanlarında, üzerinde şubat ayına rağmen açmış sarı çiçekler, minik narin, mavi mineler... Biraz ilerideki ağacın altında lila rengi sümbüller açmıştı, biraz daha ileride mor kır menekşeleri… Yeşil defne ağaçları, çamlar, kuru kahverengi çınarlar… Ama bu güzel yüzlü yavrular, bu renkli ortamda bile ruhlarını bir siyah ekrana teslim etmişti. Elimizden telefon düşmeyen anne babalar olarak suçlunun kim olduğundan çok da habersiz olmasak gerek…
Gazetede bir reklam… “Hayata renk kat.” sloganıyla telefon reklamı… Elimizde sürekli gezdirdiğimiz ve gündelik hayatımızı, her türlü iletişimimizi sekteye uğratan teknolojik cihazlar istediğimiz renge boyansın; mavi, yeşil, turuncu, ne fark eder, siyah ekranın soğukluğunu giderir mi herhangi biri?
Biz gözlerimizi telefon, bilgisayar, televizyon ekranlarına kilitlemiş, ruhumuzu başka ellere teslim etmişken, hayat kaçıyor. Dışarıda cıvıl cıvıl kuşlar uçuyor. Bulutlar adeta gökyüzünde dans ediyor.
Bugün bir serçe sizin gözlerinizin içine gülümseyecekti belki, neredesiniz?
O hemen arka bahçedeki menekşe sizin için açmıştı, birazdan solacak, ama neredesiniz?
Sokağın sonundaki kuru dallı ağacın üzerinde yeşil yosunlar bekliyor sizin dokunmanızı, neredesiniz?
En önemlisi hayatın renklerini sizden öğrenmek için, “Annem, babam beni ne zaman dışarıya çıkaracak?” diye gözlerinizin içine bakan, beton binaların içinde oflayıp, puflamaktan sıkılan, güneş görmeyen çiçekler gibi renkleri solan yavrularınız bekliyor. Siz hayatınızı yaşarken ve “Çocuğumun karnı tok, sırtı pek.” diye kendinizi kandırırken, çocuklarınız çaresizce soluyor…
Yağmur çamur demeden, soğukta bile üzerine bir kat fazladan giydirerek sokaklarda koşmasına fırsat vermezseniz, onlar enerjisini nasıl boşaltacak? Sulara basmadan, yaprakları ezmeden, çiçekleri koklamadan büyürken bilin ki hayatlarında büyük bir parça eksik kalıyor. Bu şekilde gerek yaşadıklarını gerekse başkalarını hissedemeyen çocuklar büyüyor.
Bir başka gün hava biraz bulutluydu, hani olur ya insanın canı hiçbir şey yapmak istemez. Kolumu kaldıracak halim, enerjim yoktu. Akşama kadar tembellik yapmak geldi içimden, ama yalnız değildim. Hemen kendimi toplayıp, kızıma dışarıya çıkmayı teklif ettim. Hava soğuktu, ama olsun. Bir kat fazla giyindik ve yorulduğunda oturması için arabasını aldık yanımıza. Kimi yerlerde koşarak, kimi yerlerde zıplayarak dolaştık. Yürüyüş yolundaki km çizgilerini yakalamaca oynadık, üzerlerinden atladık. Peşimize takılan köpekten çok değil de arkasından gelen üç kardeşini görünce biraz korktuk. Yolumuzda yayılan solucanları ezmemek için zikzaklar çizdik. Dinlenebileceğimiz bir bank bulup meyve molası verdik. Ellerimizi açıp, bu güzel günü bize nasip eden Allah’ımıza bir şükür duası yaptık. Sonra derin derin nefes aldık, ağaçları inceledik. Yapraksız olanların kısa bir süre sonra yaprakları çıkacaktı, kimileri de hep yeşil kalan ağaçlardı. Bir de mor-beyaz hercai menekşeleri vardı, yanından geçerken onlara selam verdik. Adını bilmesek de uzun gagalı kuşları ürkütmemek için biraz daha yavaşlamamız gerekti…
O kadar iyi geldi ki açık havada yürümek… Yüzüme çarpan soğuk hava beni kendime getirmişti, adeta terapi gibi. Bütün olumsuz enerjim gitti üzerimden, yenilendim. Kırmızı burunlu kızım ise koşturmaktan yorulunca arabasında mis gibi bir öğle uykusuna daldı.
Bu huzurlu gezintimizin keyfi, sokaklar ve yürüyüş yolu boş olduğundan benim için biraz buruktu. Vakit öğle saatleri, çevrede bir tane çocuk yoktu. Kızım bir ara yoldan geçen bir arabayı göstererek “Anne çocuk sıkılıyodur de mi?” dedi. Gösterdiği arabanın içini göremedim, ama içinde bir çocuk varmış. Şaşırmış bir halde “Nereden bildin?” diye sordum. “Çünkü ben arabada sıkılıyorum ya o yüzden.” dedi.
Olabildiğince sadece uzun mesafelerde arabayı tercih eden bir aile olsak bile kızım arabada sıkılıyor. Aslında bütün çocuklar sıkılıyor kapalı ortamlarda. Kış akşamları dışarıya çıkıp yürüyoruz, bir tek insan görmek mümkün olmuyor maalesef. Gündüzleri de keza öyle. Yazın bütün çocuklar dışarıdayken, hava biraz soğuk, serin olunca hiç kimse sokağa çıkmıyor. Oysa okula, kreşe gitmeyen çok çocuk var, biliyorum. Ama hasta olurlar korkusuyla açık havadan, doğadan uzak tutulan çocukların ebeveynlerine sormadan edemeyeceğim: Soğuk havaya çıkarmamak uğruna, içinde ne olduğu belirsiz, masum zihinlerin en derinine zehir işleyen kara kutulara teslim etmek onları hastalıktan korumak mı demek?
Anne babalar, korkmayın. Dışarıda esen rüzgâr çocuğunuza zarar vermez, bir süre sonra alışıyorlar. Asıl, soğuk havalarda gün yüzünü görmeyen çocuklar hastalıktan kurtulamıyor. Şehir, köy, kasaba demeden dışarıya çıkarın çocuklarınızı. Bir cadde üzerinde bile yaşıyor olsanız, eminim açık havadan faydalanacağınız çok şey vardır çevrenizde. Havanın soğukluğuna göre kıyafetlerinizin kalınlığını artırıp, dışarıda bulunduğunuz süreyi kısaltın, yeter. Kaloriferli evlerde, havasız ortamlarda, betonlar içinde boğuluyor çocuklar. Sağlıklı büyümeleri için özgürlüğe ve açık havaya ihtiyaçları var. Yaz kış demeden çocuklarınızı dışarı çıkarın ve hayatlarına doğal renkler katmasını sağlayın, kapalı ortamlardaki suni renklerle güzellikleri solup gitmeden.
4 Yorum Yorum Yaz