Yetişkin Hastalığı
- 16-06-2015
- KATEGORİ Gonca Anıl
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Çocuk dünyasına girdim bugün.
Bir anne olarak, ne kadar da içinde zannederdim kendimi, yaşım kadar uzakmışım meğer.
Bir yarım saat dolaşıp dönelim, dediğim bir gün, bir küçük el uzanıp “gel” dedi ansızın… Yetişkinlerin “ayy gelmezsen valla darılırım,” cümleleri gibi öylesine değil, minik bir kalbin taa derinlerinden gelen bahar kokan bir davetti bu. Bir küçük ruhun bunaldığı dünyadan kurtulma çabasına beni de dâhil etmek isteyecek kadar zarif, kendi dünyasında onu sıkacak olma ihtimalime rağmen cömert…
Önce girmek istemedim. “Aman şuracığa oturur izlerim,” dedim. Çok sıkıcı göründü, renkli sayfalar, okunulası satırlar, bilgisayarım, bildirimler, müzik… bir fincan kahve, bir dost… yoktu. Orayı cazip kılacak her şeyden uzak bir toprak yığınıydı gözümde… Alt tarafı bir oyun parkı… Birkaç salıncak, etrafta koşturan birkaç küçük ayak, yakıcı bir güneş… ve her yere yapışan vıcık vıcık kumlar… Keyif verecek hiçbir şey olmadığı gibi, evde bekleyen işler çoktu da çoktu… Öyle eli boş, gönlü hoş değildim ki… Akşama kıyılacak fasulyeler, ütü bekleyen gömlekler…
Hem ne işim vardı, orada olmak için biraz fazla değil miydim, toza kire bulanamayacak kadar büyümemiş miydim... Eskide kalmamış mıydı çamurdan tabak yapmak? Konu komşu demez miydi “Amaaan, şu koca kadının haline bak!”
Ben ayaklarımı geri çektikçe, küçük el daha sıkıca yapışıyordu parmaklarıma. “Gel, ne olursan ol gel,” dercesine asılıyordu bedenimi.
Daha fazla karşı koyamadım. Ürkek adımlarımı küçülterek, usul usul girdim içeriye… Nasıl bir yerdi burası, belki beni almazlardı da, pişman olurdum hızlıca kaçmadığıma. Ne çok sırıtırdım ortada şu kocaman halimle, kimbilir…
Sessizce oturdum kumların üstüne, önemli bir dosyanın kenarına iliştirilmiş, küçücük bir not gibi. Yüzümde çok yer işgal etme kaygısıyla “sadece uğradım birazdan gidicem,” ifadesi…
Ve “Birazdan” gidemedim, ellerim toprağa bulanmışken zamanı unuttum… belki bir saat geçti belki bir sene, hiç bilmiyorum… Parmaklarımdan kayan kum tanelerinde huzuru duydum, gözüme bakan gözlerde neşeyi…
Meğer buralar isteyen herkesin sığacağı kadar genişmiş.
Ne “yabancısın bizimle oynayamazsın” diyenler varmış burada, ne de kim olduğuna bakanlar.
“Çocuk gibi ağlama” da, denmezmiş, burada özgürmüş duygular. Vara yoğa gülmek hafif olmak sayılmazmış, sebep sorulmazmış sevince.
Serbestmiş burada sızlanmak “pastamı bozarsanız ağlarım bak” demek… Kumdan yanardağlar bile sakin sakin yanarmış, kumdan adamlar gibi burada herkes kibarmış…
Üstünü başını kirletmek ayıp değilmiş. Ne giydiğin önemliymiş, ne beş parasızlığın, ne aklında dolaşan tilkiler.
Çocuk dünyası… İnsanlığın bozulmamış masumiyetinin berrak sularının sahiliymiş burası… Güven varmış burada, zamanı unutturacak kadar derin bir huzur…
Her gün yanı başımızdaki bu özel dünyaya teğet geçiyoruz her birimiz. Orada olamayacak kadar meşgul olmayı kâr sanıyoruz, oraya giremeyecek kadar saygın zannediyoruz kendimizi. Oysa uzaklaştıkça o dünyadan yalnızlaşıyoruz, o yüzden bu kadar sabırsız, bir o kadar kibirli, sinirli oluşumuz… Yetişkin hastalığına tutulmuşuz… Oysa riya yok orada, günah yok, yanlış yok, yargılama, yadırgama, eleştiri, dedikodu, iftira… yok. Samimiyet var, doğallık var, sükûnet var. Yarın yok orada, geçmiş de yok… Sadece şu “an” var, bir de tasasız ruhlara temas etmenin iyileştirici gücü…
Amansızca tutulduğumuz yetişkin hastalığının şifası işte o dünyada saklı...
Bir anne olarak, ne kadar da içinde zannederdim kendimi, yaşım kadar uzakmışım meğer.
Bir yarım saat dolaşıp dönelim, dediğim bir gün, bir küçük el uzanıp “gel” dedi ansızın… Yetişkinlerin “ayy gelmezsen valla darılırım,” cümleleri gibi öylesine değil, minik bir kalbin taa derinlerinden gelen bahar kokan bir davetti bu. Bir küçük ruhun bunaldığı dünyadan kurtulma çabasına beni de dâhil etmek isteyecek kadar zarif, kendi dünyasında onu sıkacak olma ihtimalime rağmen cömert…
Önce girmek istemedim. “Aman şuracığa oturur izlerim,” dedim. Çok sıkıcı göründü, renkli sayfalar, okunulası satırlar, bilgisayarım, bildirimler, müzik… bir fincan kahve, bir dost… yoktu. Orayı cazip kılacak her şeyden uzak bir toprak yığınıydı gözümde… Alt tarafı bir oyun parkı… Birkaç salıncak, etrafta koşturan birkaç küçük ayak, yakıcı bir güneş… ve her yere yapışan vıcık vıcık kumlar… Keyif verecek hiçbir şey olmadığı gibi, evde bekleyen işler çoktu da çoktu… Öyle eli boş, gönlü hoş değildim ki… Akşama kıyılacak fasulyeler, ütü bekleyen gömlekler…
Hem ne işim vardı, orada olmak için biraz fazla değil miydim, toza kire bulanamayacak kadar büyümemiş miydim... Eskide kalmamış mıydı çamurdan tabak yapmak? Konu komşu demez miydi “Amaaan, şu koca kadının haline bak!”
Ben ayaklarımı geri çektikçe, küçük el daha sıkıca yapışıyordu parmaklarıma. “Gel, ne olursan ol gel,” dercesine asılıyordu bedenimi.
Daha fazla karşı koyamadım. Ürkek adımlarımı küçülterek, usul usul girdim içeriye… Nasıl bir yerdi burası, belki beni almazlardı da, pişman olurdum hızlıca kaçmadığıma. Ne çok sırıtırdım ortada şu kocaman halimle, kimbilir…
Sessizce oturdum kumların üstüne, önemli bir dosyanın kenarına iliştirilmiş, küçücük bir not gibi. Yüzümde çok yer işgal etme kaygısıyla “sadece uğradım birazdan gidicem,” ifadesi…
Ve “Birazdan” gidemedim, ellerim toprağa bulanmışken zamanı unuttum… belki bir saat geçti belki bir sene, hiç bilmiyorum… Parmaklarımdan kayan kum tanelerinde huzuru duydum, gözüme bakan gözlerde neşeyi…
Meğer buralar isteyen herkesin sığacağı kadar genişmiş.
Ne “yabancısın bizimle oynayamazsın” diyenler varmış burada, ne de kim olduğuna bakanlar.
“Çocuk gibi ağlama” da, denmezmiş, burada özgürmüş duygular. Vara yoğa gülmek hafif olmak sayılmazmış, sebep sorulmazmış sevince.
Serbestmiş burada sızlanmak “pastamı bozarsanız ağlarım bak” demek… Kumdan yanardağlar bile sakin sakin yanarmış, kumdan adamlar gibi burada herkes kibarmış…
Üstünü başını kirletmek ayıp değilmiş. Ne giydiğin önemliymiş, ne beş parasızlığın, ne aklında dolaşan tilkiler.
Çocuk dünyası… İnsanlığın bozulmamış masumiyetinin berrak sularının sahiliymiş burası… Güven varmış burada, zamanı unutturacak kadar derin bir huzur…
Her gün yanı başımızdaki bu özel dünyaya teğet geçiyoruz her birimiz. Orada olamayacak kadar meşgul olmayı kâr sanıyoruz, oraya giremeyecek kadar saygın zannediyoruz kendimizi. Oysa uzaklaştıkça o dünyadan yalnızlaşıyoruz, o yüzden bu kadar sabırsız, bir o kadar kibirli, sinirli oluşumuz… Yetişkin hastalığına tutulmuşuz… Oysa riya yok orada, günah yok, yanlış yok, yargılama, yadırgama, eleştiri, dedikodu, iftira… yok. Samimiyet var, doğallık var, sükûnet var. Yarın yok orada, geçmiş de yok… Sadece şu “an” var, bir de tasasız ruhlara temas etmenin iyileştirici gücü…
Amansızca tutulduğumuz yetişkin hastalığının şifası işte o dünyada saklı...
3 Yorum Yorum Yaz