"Yetmez mi dert, derman sana?"
- 22-09-2014
- KATEGORİ Ahmet Ay
- YAZAR Tuğba Akbey İnan
Bazı zamanlar yazmak bir rahatsızlık, bir sancı, bir diş ağrısı gibi içimizde kaynıyor. Kaynıyor, fakat neyin hakkına yazacağımızı da bulamıyoruz? O zaman tek yapabildiğimiz şey, bu hissin bizdeki tesirinden bahsetmek. Üzgün müyüz? Biraz. Kızgın mıyız? Bazı zamanlar. Depresif bir tedirginlikle geçiyor saatler... Yapamamaktan değil, neyi yapacağını bilememekten. Stres ile acizlik arasındaki mesafe bu:
Gücün yetmezse acizsin, ilmin yetmezse (bilemezsen) gerginsin. İkisini böyle ayırabilirsin. Ama ondan öte merak ediyoruz: Ne hakkında yazacağımızı bilmediğimiz halde yazmak ihtiyacı neden/nasıl içimizde kaynıyor? Gıdayı bilmeyen bu açlık, yani gıdasını bulamayan bu açlık; insanı akıllandırmaktan, beslemekten, güçlendirmekten ziyade delirtmez mi? Amacının tersine çalışıyor. Neden verilmiş?
Açlık, gıdanın delilidir. Demek dökülecek birşeyler var içimizde, ama bizim onları dökmeye cesaretimiz yok. Yahut böyle suçlamayayım hiçkimseyi. Korkaklık, fıtratın en kabul edilmez yanıdır. Herkeste vardır, ama hiçbir sahibi yoktur.Çünkü sahip çıkanı yoktur. Belki cesaretimiz var, fakat dertlerimizi 'dert' diye bilmiyoruz. Dertlerimize 'dert' diyemiyoruz. Yazılacakları, yazmaya değer saymıyoruz.
Aptalca bir tevazu da sayılabilir ve olabilir bizdeki. Allah'ın yaratmakla 'yaratmaya değer bulduğu' şeyleri biz, hikmeti nedir bilinmez saçma bir tevazu ile 'yazılmaya değmez' buluyoruz. Halbuki sormalıyız kendimize: Allah yaratmaya değer bulmuşken sen kim oluyorsun da anlatmaya değmez buluyorsun? Nitekim altını şiddetle çizerim bunun: Derdinin dert olduğunu bilmek de bir nimettir. Dertliyken derdi teşhis edememek, ismini bilememek, adını koyamamak; dostum, ben bundan daha beter bir dert bilmiyorum. Tüm dertler, adı konulmamış bir derdin tereşşuhatıdır. Ve kimisine manen denilir: "Yetmez mi dert, derman sana?"
Sonbahar geldi işte, gelirken hüznünü de getirdi. Fakat bence o hüzün de onun değil. Zaten içimizde vardı o. Dışarıya çıkmak için fırsat arıyordu. O kadar gürültü geçiyor ki, yazlar ve baharlar; sesini bize duyurabilmesi çok güç oldu. Aslında düşmanı da değilizdir onun. Özlemek can acıttığı kadar, can atılan birşey de değil midir? Özlenilesi şeylere sahip olmak, özlemenin yeter şartıdır. Neyin özlendiği bilinmezse, adına hüzün derler.
Eğer özlüyorsan, güzel şeyler yaşamışsın demektir. Hayatına güzel şeyler girmiş demektir. O vakit özlemek de bir iz, bir kalıntı, zeval-i lezzet kokulu bir kader. Nasıl ki, açlıkla gıdanın varlığını anlıyorsun, arıyorsun; belki de özlemekle de hayatının kalitesi ortaya çıkıyor.
Nihayetinde dostum, görüyorsun ki, nice güzel insanlar var ve bize bıraktıkları tek miras, bizim onları özlememiz. Eğer yanlarında olmayı dilediğimiz insanlar bizden önce ölmüş olmasaydı, ölüm yol bulup bize kavuşabilir miydi? Tasavvufun bize mirası; kocaman bir hüzün, kalp kadar geniş bir özlem, yalnız Allah'ı özlemek. Demek özlediğin kadar kıymetin var şu dünyada. Kim, neyi özlüyorsa; onunla haşrolacak. Allah Resulü demiyor mu: "Kişi sevdiği ile beraberdir." Sevmek ve özlemek, o kadar nesli yakın kardeşler ki. Biri bidayeti aşkın, diğeri nihayeti.
Gücün yetmezse acizsin, ilmin yetmezse (bilemezsen) gerginsin. İkisini böyle ayırabilirsin. Ama ondan öte merak ediyoruz: Ne hakkında yazacağımızı bilmediğimiz halde yazmak ihtiyacı neden/nasıl içimizde kaynıyor? Gıdayı bilmeyen bu açlık, yani gıdasını bulamayan bu açlık; insanı akıllandırmaktan, beslemekten, güçlendirmekten ziyade delirtmez mi? Amacının tersine çalışıyor. Neden verilmiş?
Açlık, gıdanın delilidir. Demek dökülecek birşeyler var içimizde, ama bizim onları dökmeye cesaretimiz yok. Yahut böyle suçlamayayım hiçkimseyi. Korkaklık, fıtratın en kabul edilmez yanıdır. Herkeste vardır, ama hiçbir sahibi yoktur.Çünkü sahip çıkanı yoktur. Belki cesaretimiz var, fakat dertlerimizi 'dert' diye bilmiyoruz. Dertlerimize 'dert' diyemiyoruz. Yazılacakları, yazmaya değer saymıyoruz.
Aptalca bir tevazu da sayılabilir ve olabilir bizdeki. Allah'ın yaratmakla 'yaratmaya değer bulduğu' şeyleri biz, hikmeti nedir bilinmez saçma bir tevazu ile 'yazılmaya değmez' buluyoruz. Halbuki sormalıyız kendimize: Allah yaratmaya değer bulmuşken sen kim oluyorsun da anlatmaya değmez buluyorsun? Nitekim altını şiddetle çizerim bunun: Derdinin dert olduğunu bilmek de bir nimettir. Dertliyken derdi teşhis edememek, ismini bilememek, adını koyamamak; dostum, ben bundan daha beter bir dert bilmiyorum. Tüm dertler, adı konulmamış bir derdin tereşşuhatıdır. Ve kimisine manen denilir: "Yetmez mi dert, derman sana?"
Sonbahar geldi işte, gelirken hüznünü de getirdi. Fakat bence o hüzün de onun değil. Zaten içimizde vardı o. Dışarıya çıkmak için fırsat arıyordu. O kadar gürültü geçiyor ki, yazlar ve baharlar; sesini bize duyurabilmesi çok güç oldu. Aslında düşmanı da değilizdir onun. Özlemek can acıttığı kadar, can atılan birşey de değil midir? Özlenilesi şeylere sahip olmak, özlemenin yeter şartıdır. Neyin özlendiği bilinmezse, adına hüzün derler.
Eğer özlüyorsan, güzel şeyler yaşamışsın demektir. Hayatına güzel şeyler girmiş demektir. O vakit özlemek de bir iz, bir kalıntı, zeval-i lezzet kokulu bir kader. Nasıl ki, açlıkla gıdanın varlığını anlıyorsun, arıyorsun; belki de özlemekle de hayatının kalitesi ortaya çıkıyor.
Nihayetinde dostum, görüyorsun ki, nice güzel insanlar var ve bize bıraktıkları tek miras, bizim onları özlememiz. Eğer yanlarında olmayı dilediğimiz insanlar bizden önce ölmüş olmasaydı, ölüm yol bulup bize kavuşabilir miydi? Tasavvufun bize mirası; kocaman bir hüzün, kalp kadar geniş bir özlem, yalnız Allah'ı özlemek. Demek özlediğin kadar kıymetin var şu dünyada. Kim, neyi özlüyorsa; onunla haşrolacak. Allah Resulü demiyor mu: "Kişi sevdiği ile beraberdir." Sevmek ve özlemek, o kadar nesli yakın kardeşler ki. Biri bidayeti aşkın, diğeri nihayeti.
0 Yorum Yorum Yaz